İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

7 Ekim 2017 Cumartesi

ALİ ŞERİATİ - 3: KÜFR, ŞİRK, PUTPERESTLİK ve TEVHİD


KÜFR


Küfr, bir şeyin üstünü örtmek demektir. Nitekim Arapça’da, çiftçinin, ektiği tohumun üstünü toprakla örtmesi işlemine küfr denir. Aynı şekilde, insanın kalbinde var olan bir dinî hakikatin üstünü çeşitli sebeplerle, cehalet, garaz ve çıkarcılıktan bir örtü kaplar ki, bu hale küfr denir. Buna göre küfr, dinin yok edilmesi ve dinsizlik demek değil, o dinî hakikatin yerine başka bir dinin ikame edilmesi demektir.

ŞİRK


Şirk, tanrısızlık demek değildir; zira müşriklerin bizden daha çok tanrıları vardır. Müşrik, bir tanrıya inanmayan ve ona ibadet etmeyen kişi değildir. Bildiğimiz gibi İsa, Musa ve İbrahim peygamberlerin karşısında tanrısızlar değil, müşrikler vardı. Peki, müşrikler kimlerdir? Müşrikler, tanrıya inanmayanlar değil, birden çok tanrıya inanan ve tapan kimselerdir. Öyleyse onları, dinî inançları ve duyarlılıkları olmayan kimseler olarak nitelendirmek mümkün değildir. Zira onların bir değil, pek çok tanrıları vardır ve onlar, tapındıkları bu tanrılarının, kendilerinin ve evrenin yazgısı üzerinde etkili olduklarına inanırlar. Zaten biz Allah’a hangi gözle bakıyorsak onlar da tanrılarına o gözle bakarlar. Öyleyse müşrik, duygu bakımından dindar bir bireydir; fakat bağlandığı din yanlış bir dindir. Yanlış bir dine mensup olmak, dinsiz olmaktan farklı bir durumdur. Demek oluyor ki şirk bir dindir; hatta insanlığın tanıdığı en eski din şekillerinden biridir.

PUTPERESTLİK


Putperestlik, şirkin anlamdaşı değil, onun çeşitlerinden biridir. Şirk, insanın, tarih boyunca gördüğü genel bir din iken putperestlik, tarihin bir döneminde ortaya çıkmış olan şirk şekillerinden biridir. Putperestlik, bir heykele ya da eşyaya kutsallık atfedilmesi demektir. Putperestler, kutsadıkları heykel ve eşyanın, tanrının kendisi, tanrının bir benzeri veya insanla tanrı arasındaki bir aracı olduğuna inanırlar. Onlara göre bu tanrılar, yaşam ve evren üzerinde bir biçimde etki sahibidirler. Bütün türleri ile putperestlik, şirk çeşitlerinden biridir.

Kur’an’da putperestler eleştirilirken ya da onlardan söz edilirken, daha genel bir ifade kullanılmaktadır. Neden? Tâ ki, şimdi zihinlerimizde var olan düşünce vücuda gelmesin; İslâm’ın, her tür putperestliğe bir şekilde karşı çıktığını düşünmeyelim; geçmiş bütün tevhidî hareketlerin devamı olan İslâm’ın, bütün çeşitleri ile şirke hücum ettiğini ve ona temelden karşı olduğunu anlayalım diye. Oysa biz, şirk dininin, “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (Saffât, 95) ayetinde geçtiği gibi insanların, kendi elleri ile yonttukları heykellere tapınmak anlamına gelen putperestlikten ibaret olduğunu düşünüyoruz. Acaba biz insanlar, tarih boyunca sadece taşlardan ve ağaçlardan yaptığımız putlara mı tapındık? Hayır, şirk, görünen ve görünmeyen yüzlerce çeşidi ile insanlık tarihinde genel bir din olarak var olagelmiştir. Bu güne kadar insan toplulukları içinde görülmüş olan şirk çeşitlerinden biri de, Afrika ve Arabistan cahiliyesinde ortaya çıkan putperestliktir. “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?”[1] Ayeti ise, şirk dinindeki tapınma biçimini ifade eden genel bir ilke ve açıklamadır. Şirk dini, tarih boyunca tevhid dini ile birlikte, iki saf halinde adım adım ve omuz omuza var olagelmiştir. Şirk dini, Hz. İbrahim’in ve İslâm’ın zuhuru ile birlikte son bulmamış, bilakis yaşamaya devam etmiş ve hala da devam etmektedir.

ŞİRK DİNİNİN ÖZELLİKLERİ


[Bu, dinler tarihinin bir konusudur; fakat ben, İslâm’daki ve kültürümüzdeki kavramları kullanarak konuyu ele almaya çalışacağım.]

Bu iki saftan birinde, Allah’a ibadet vardır. Allah kâinatı yaratan, tedbir eden, bilgi ve irade sahibi olandır. Bu sıfatlar, bütün İbrahimî dinlerde vardır. O, Hâliktır, bütün kâinatı yaratmıştır; Müdebbirdir, kâinatın yönetimi ve varlığının sürmesi Ona bağlıdır; İrade sahibidir, varlığa hükmetme biçiminde özgürdür, dilediği gibi tasarrufta bulunur; bütün kâinatı murakabe altında tutabilecek sınırsız bilgiye ve görme özelliğine sahiptir. Bununla birlikte Allah, varlığın ve kâinatın gayesi olduğu gibi, âlemin istikametini de belirler. Bu sonsuz kudrete ibadet etmek, bütün insanları, evrendeki tek kudrete ibadet etmeye davet etmek, varlıktaki yegâne gücün bu olduğuna inanmak ve hayat boyunca bu kudrete dayanmak demektir. Zaten bütün İbrahimî dinlerdeki en büyük esas budur ve İbrahim’in (a.s) kendisi de bu esasa yaptığı çağrı ile tanınmıştır.

TEVHİD


Tevhide davet’ olarak tarihe geçen bu çağrının şöyle evrensel bir yönü de vardır: İnsanlar, hayvanlar ve cansızlardan oluşan bütün varlığın, tek bir gücün eseri olduğuna; varlıkta tasarruf yetkisinin sadece bu güce ait bulunduğuna; onun dışında hiçbir etki sahibinin mevcut olmadığına ve her şeyin, herkesin, her rengin, her türün ve her özün tek yaratıcının yapımı olduğuna inanmak olan ‘ilahî birlik’in mantıkî sonucu, insanların birliğidir.

Başka bir değişle, tevhidin anlamı şudur: Varlığın tümü, bir tek gücün elindeki bir imparatorluk gibidir. Bütün insanların türedikleri kaynak birdir, insanlar aynı irade ile hidayete erer, aynı hedefe yönelir ve aynı tanrıya sahiptirler. Bütün güçler, işaretler ve değerler, Onun karşısında yok olur. Tevhide inanan biri olarak kâinata baktığımda O’nu bir beden gibi, canlı bir bütün olarak görüyorum. Bu beden, aynı ruh, aynı kudret ve aynı tedbir tarafından yönetildiği için bir bütündür. İnsanlığa baktığımda da, insanların, aynı türden ve aynı değerde olduklarını görüyorum; zira onlar da aynı elden ve aynı tezgâhtan çıkmışlardır. Söz konusu iki dinden (şirk ve tevhid) biri olan tevhid dini, tek tanrıya ibadet etme ve bütün varlığın ve insanlığın tarih içindeki bütün yazgısının, tek kudretin eseri olduğuna inanma temeli üzerine oturmaktadır. Daha önce de söylediğim gibi, tanrının birliği, evrenin birliğini, evrenin birliği ise insanın birliğini gerektirmektedir.

Diğer yandan, tevhid inancı insana mahsus bir inançtır. Bir güce ibadet ve kutsal bir varlığa (Durkhe im’in ifadesi ile) ya da gayba (Kur’an’ın ifadesi ile) inanma duygusu, insanda fıtrî olarak mevcuttur. Bu fıtrat, baştan beri insanla birlikte var olagelmiştir. İnanma ve ibadet duygusunun, insan fıtratında bulunduğunun göstergesi, bu duygunun devamlı olması ve her zaman ve her yerde yaygın bir şekilde mevcut olmasıdır. Tarihe baktığımızda, tümüyle ibadetten uzak yaşayan hiçbir millet yoktur. Yine, yeryüzünü gözden geçirdiğimizde görürüz ki ibadet, her yerde vardır. İşte bu durum, ibadetin fıtrî bir olgu olduğunun delilidir.

İnsan fıtratındaki tapınma arzusu, Tevhid dini ve evrende hâkim olan kudretin tanınması vesilesiyle bütün beşeriyetin, halkların, sosyal sınıfların, ailelerin ve fertlerin birliğine dönüşür ve bunun neticesinde de hukuk birliğinin, değer ve onur birliğinin ortaya çıkmasına sebep olur.

Diğer tarafta ise söz konusu dinî duygu, şirk şeklinde tarih sahnesine çıkar. Şirk, her dönemde farklı bir şekilde ortaya çıkar ve tevhid dininin karşısına büyük, dirençli ve saldırgan bir güç ortaya çıkarır.


Burada, her Tevhid dininin karşısına çıkan bütün güçleri tek tek açıklama imkânı yoksa da, en azından büyük peygamberlerin yaşam hikâyelerine şöyle bir göz atabiliriz. Bu durumda da, şirk dinini inceleme imkânını elde etmiş oluruz. Mesela, Musa (a.s) bağlamında Tevrat’a, Tevrat’a dair kitaplara, Yahudi kültürüne, hatta Kur-an’a ve hadislere baktığımızda görürüz ki, Musa’ya (a.s) karşı ilk isyan bayrağı açan ve herkesten önce ona saldıran Sâmirî[2] ve Bel’am-i Bâ’ur[3] olmuştur.


KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[1]37, Saffât, 95. ( İbrahim dedi: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?") 


[2] Sâmirî: Sâmirî’nin mahiyeti hakkında tefsirlerde farklı görüşler yer almaktadır. Bazı müfessirlere göre Sâmirî kelimesi, Hz. Musa zamanındaki Benî İsrail’den bir kişinin adıdır. Ancak Sâmirî, sıradan bir kişi değildi; çevresinde bazı insanlar vardı ve onlar kendisine itaat ediyorlardı. (eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, trs.) İbn Abbas’tan yapılan bir rivayete göre Sâmirî’nin gerçek adı Musa olup ineğe tapan bir kavimdendi ve içinde kavminin ibadet sevgisi olduğu halde müslüman olduğunu söylüyordu. Diğer bir rivayette ise Sâmirî’nin Sâmira denilen bir yerden olduğu söylenmektedir. (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1401.)

Hıristiyan misyonerler ve Oryantalistler, Sâmirî kelimesinin, bir kişinin adı olarak Kur’an’da yer aldığı varsayımından hareketle Hz. Muhammed’in (s) bu ve benzeri konularda kulaktan dolma bilgilere sahip olduğunu, dolayısıyla da Kur’an’ın vahiy ürünü olamayacağını ileri sürerler. Zira onların kaynaklarına göre Sâmirî bir kişinin değil, bir kitlenin adıdır. İşte çağdaş müfessirlerden Mevdudî bu hususa dikkat çektikten sonra onlara şu şekilde cevap vermektedir: Sâmirî kelimesinin sonundaki ‘ye’ harfi Sâmirî’nin, o kişinin asıl adı olmadığını göstermektedir. Çünkü Arapça’da bu harf, kişinin memleketi, kavmi ve akrabalarıyla olan ilgisini göstermek için kullanılır. Ayrıca baştaki ‘el’ belirlilik takısından da Sâmirî’nin, aynı kabile veya memlekete mensup birçok kişiden sadece biri olduğu anlaşılmaktadır. (Mevdudî, Ebû Ala, Tefhîmu’l-Kur’an, III, s. 235.)


[3] Bel’am-i Ba’ûr: Hz. Musa zamanında yaşayan ve irtidad eden bir din adamı. “Onlara o herifin kıssasını da anlat ki, ona ayetlerimizi vermiştik, ama o, onlardan sıyrılıp çıktı, derken onu, şeytan arkası-na taktı da yolunu şaşırmışlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu ayetlerle yüceltirdik, fakat o, yere alçaklığa saplandı ve hevasının peşine düştü. Artık onun hali, o köpeğin haline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatır solur, bıraksan da solur! İşte böyledir ayetlerimizi inkâr eden o kimselerin durumu; kıssayı kendilerine naklet, belki biraz düşünürler.” (A’raf, 175–176) ayetlerinin tefsirinde sadedinde ismi, çeşitli tefsir ve tarih kitaplarında geçmektedir. Bel’am-i Ba’ûr, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah’ın dinini tahrif eden, kâfir yöneticilere yaranmak maksadıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir. (Şamil İslâm Ansiklopedisi, Bel’am maddesi, cilt 1.)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder