Yaşar Nuri Öztürk
ALLAH İLE ALDATMAK (YAŞAR NURİ ÖZTÜRK) ÖZET
ÖNSÖZ
Kur’an, “Allah ile aldatılmayın!” ihtarında bulunuyor. Neden? Çünkü Allah
ile aldatılanların en büyük sorunu, aldatıldıklarının farkında olma imkânından
büyük ölçüde yoksun bulunmalarıdır. Çünkü derinden inandıkları ve içtenlikle
teslim oldukları bir değer kendilerinin aleyhinde kullanılıyor. Bunu fark
etmeleri kolay değildir.
Allah ile aldatılmanın yıkımına dikkat çeken Kur’an, bu tuzağa düşülmemesi ve bu belanın aşılması için gerekli olan iki hayati donanıma daha dikkat çekmiştir:
1. Aklın işletilmesi,
2. Takvanın yâni dindarlığın insanlar arasında üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması.
Allah ile aldatma
zulmünün aşılması için sadece temel çare değil, tek çare aklı işletmektir.
Çünkü aklın devrede olması ve işletilmesi için laiklik temel şarttır. Aksi
halde, duygu egemen kılınmak, suretiyle din, aklın önünü kesme aracı olarak
kullanılır, yâni kitle Allah ile aldatılır.
Türk halkı, Allah ile aldatma tezgâhlarının ustalıkla işlettikleri bu ‘sevap’ oyunuyla avunurken yaşadığı dinin Kur’an’la ilgisi büyük ölçüde yok edilmiş, dinde Kur’an’ın yerini, Arap-Emevî saltanat ideolojisinin kutsallaştırılmış sloganlarıyla İslam dışı örflerin uydurmaları almıştır. Bu durumda Kur’an’ın söyledikleri Türk halkının hayatına din olarak nasıl girsin?!
Türk halkı, tıpkı birçok Müslüman halk gibi, Ortadoğu despotizmlerinin hesabına uygun olarak kutsallaştırılmış buyrukları din biliyor, onları yaşıyor.
Türk halkının en büyük zaafı, dinini, uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır.
Bu kitap, Müslüman Türk halkına Allah ile nasıl aldatıldığını, Kur’an verilerine dayanarak anlatmak isteyen Kur’an mümini bir Türk aydınının mütevazı bir hizmeti olarak kabul edilmelidir.
1.
NASIL BİR ZULÜM KARŞISINDAYIZ?
Kur’an, dindarlık belge ve ifadelerinin insanlar arasında bir değer ölçüsü olmasını yasaklamakta, dindarlığın (takvanın) sâdece Tanrı ile insan arasında bir değer ölçüsü olması gerektiğini bildirmektedir.
Takvanın kimde olduğunu da sâdece ve sâdece Allah
bilir. O halde, en masum
niyetlerle de olsa, dindarlığın bir ‘insanlar arası değer belirleyici’ olarak
öne çıkarılması, Kur’an’a göre bir insanlık suçudur; dine-imana hakarettir.
“In God we trust!” yâni “Allah’a güvenip dayanırız
biz!”
ABD, parasının üstündeki bu ifadeyle demek istemektedir ki, ben insanları, dünyayı, sömürdüklerimi iki şeyle aldatırım: Para, Tanrı.
Türkiye’de Allah ile
aldatma zulmü o kerteye gelmiştir ki, Emin Çölaşan gibilere yıllarca hakaret
yağdırmış bir ‘İslamcı’ yazar (Mehmet Şevket Eygi) bile artık isyan etmiş ve
Emin Çölaşan’ın söylediklerinden daha ağırlarını söylemek zorunda kalmıştır.
Diyor ki M. Şevket Eygi:
“Sevgili din ve iman kardeşlerim! Biz, 1950’lerden bu yana 40 bin cami binası, bu iş için trilyonlarca dolar harcama yaptık. Bunların mihraplarına geçecek kaliteli imamlar, minberlerine çıkıp hutbe okuyacak kaliteli hatipler, Müslümanları uyaracak kaliteli vaizler yetiştirmeyi düşünmedik. 70 bin camiye hela, imam ve müezzin lojmanı yaptırdık.
On binlerce camiye kalorifer yaptırdık, pahalı klima
cihazları taktık. Camileri hoparlörlerle, ışıldaklarla, vantilatörlerle
doldurduk. Evet, son elli yıl içinde bunlara trilyonlar harcadık.”
“Ramazanlarda birtakım din cemaatleri beş yıldızlı lüks otellerde bin kişilik ihtişamlı, israflı, gösterişli, günahlı iftarlar veriyordu. O fücur yuvalarında verilen iftarlar dinimize uygun muydu?”
“Zengin olan Müslümanların çoğu ipin ucunu kaçırdı, şaşırdı, dağıttı. Milyon dolarlık lüks meskenler, yüz binlerce dolarlık yazlıklar, lüks limuzinler, israf, sefahat, rezalet gırtlağa kadar çıktı.”
“Biz; bir sürü hizip, fırka, grup, cemaat ve tarikata ayrıldık ve birbirimizle çekişip tepişmeye başladık. Yığın ve sürü haline gelen on milyonlarca Müslüman şu anda vahim bir kırsal kesim ve varoş zihniyeti, marjinallik, parçalanmışlık içindedir.”
“Bizi mahvedenler, militan din düşmanları değil,
içimizdeki din sömürücüsü, din rantı yiyen işbirlikçi, hain alçaklardır...”
Şuraya aktardığım
satırlarının altına imza atmakta asla tereddüt göstermeyeceğim Mehmet Şevket
Eygi, biz bu gerçekleri yıllar boyu dile getirirken, sırf nefsanî dürtülerle
bize karşı çıkanlardan biridir. Keşke bunları on yıl, yirmi yıl önce yazmış
olsaydı.
Tarihin en büyük savaşları ‘Tanrı için’ tabelası
altında yapılan savaşlardır. Bunun anlamlarının ilki şudur: Kanı en rahat ve en
bol akıtmanın yolu onun Tanrı için aktığını iddia etmek ve bu kanı akıtacakları
bu iddiaya inandırmaktır.
Allah ile aldatılan toplumlarda, mutlu bir dünya için yeryüzünde Allah’ın iyileri kullanması engellenir, mutsuz bir dünya için kötülerin Allah’ı kullanması yürürlük kazanır.
Bu gerçeği iyi bilenlerden biri ve Engizisyon kahrı
çekmiş bir coğrafyanın çocuğu olan İtalyan düşünür Giordano Bruno (ölm.1600) ne güzel söylemiş: “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları
kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için
Allah’ı kullanırlar.”
1. Allah ve din adına hegemonya peşinde koşmadıkları halde sürekli iyilik ve güzellik üretenler,
2. Tüm iddiaları Allah adına olduğu halde sürekli kötülük ve haksızlık üretenler,
3. Hiçbir şey üretmeden yiyip içerek gün geçiren ot takımı.
Bruno bunları elbette biliyordu. Kiliseyi ve din
adamlarını eleştirdiği gerekçesiyle Roma’da diri diri yakıldı. Onu yakan
zihniyetin çocukları ileriki zamanlarda küllerini törenle gömerek adına anıt
mezar yaptılar. Neye yarar!
Allah ile
aldatılmayı önlemenin tek çaresi Allah ile aldatmaya giden yolları tıkamaktır. Bu ana çareyi biraz ayrıntılarsak karşımıza
şu üç alt başlık çıkar:
1. Dinin gerçeğini öğrenmek, sahte dinî dinsizliklerin en kötüsü bilmek, bildirmek.
2. Dinin saltanat ve siyaset aracı yapılmasını durdurmak, yâni laikliği esas almak,
3. Allah-insan arası bir değer ölçüsü olması gereken dindarlığı insanlar arası bir değer ölçüsü olmaktan çıkarmak.
2.
KUR’AN’A GÖRE ALDATMA VE ALDANMA
Kur’an’da, aldatışlar ve aldanışlar arasında dikkat çekilenler küçükten büyüğe doğru şöyle sıralanabilir:
1. Yaldızlı-süslü laflarla aldatma-aldanma. (En’am, 112)
2. Beldelerde egemenlik kurmak, gezip
dolaşmakla aldatma-aldanma. (Âli İmran, 196;Ğâfir, 4)
3. Dine sokulan uydurma ve iftiralarla
aldatma-aldanma. (Âli İmran, 24. Enfal, 49)
4. Hurafeler, uydurmalar, anlamını bilmeden
okuyuşlarla aldatma-aldanma. (Hadîd,14)
5. Sefil-rezil yaşayışla aldatma-aldanma. (Âli İmran, 185; En’am,
70, 130; A’raf, 51; Lukman, 33; Fâtır, 5; Hadîd, 20)
6. Allah ile aldatma-aldanma. (Lukman, 33; Fâtır, 5;
Hadîd, 14)
1.
Dünya nimetlerinin araç yapıldığı aldatış,
2.
Allah’ın araç yapıldığı aldatış.
Araç kullanılarak sergilenen aldatış ve
aldanışın en yıkıcı ‘Allah ile aldatma’dır. Kur’an şöyle uyarıyor:“Sakın,
aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın!” (Lukman, 33; Fâtır, 5; Hadîd, 14)
3.
ALLAH İLE ALDATMANIN TEMEL ARACI:
a)
ŞEYTAN EVLİYASI
Şeytanın kullandığı
insanlar Kur’an’da ‘şeytanın evliyası’ veya ‘şeytanın orduları’ diye
anılmaktadır.
1.Şeytan evliyası
Şeytan evliyası daha çok korku salarak tökezletir. Bu korkuya karşılık Allah’a sığınma ve Allah sevgisi öne çıkarılmıştır.
2.Şeytanın orduları
Ordular deyimi mutlak bırakıldığına göre, şeytancılığın her türden ordusu olduğunu düşünmek zorundayız. Bunlar; kan, zulüm ve fesat orduları olabileceği gibi bilim, teknoloji, strateji casusluğu yapan gizli ordular da olabilir. Sömürgeci-emperyalist ülkelerin istihbarat örgütlerinin bir kısmı, işte bu türden ordulardır. Ve bu ordular, düzenli askeri ordulardan daha güçlü ve işlevseldir.
3.Hizbuşşeytan yâni şeytanın özel ekibi
Hizbuşşeytan, şeytanın, din içinde iş gören ekibi olup Kur’an’dan uzaklaştırma, Kur’an’ı unutturma görevini yüklediği özel timdir.
b)
MÜRŞİT LAKAPLI MÜŞRİKLER (İdris Suretinde İblisler)
Din dilinde şirk, Allah’a, yâni tek olan
Yaratıcı Kudret’e zatında (sayı olarak) veya tasarrufunda (yapıp-etmelerinde)
ortak tanımaktır. Başka bir deyimle, şirk, Tanrı’nın ve Tanrılığın
özelliklerinden birini bir başkasına tanımaktır. Bu, açık ve şuurlu olursa açık
şirk, örtülü ve şuursuzca olursa gizli şirk adını almaktadır.
Ragıb el-Isfahanî (ölm. 502/1108) bu noktada Büyük
Şirk-Küçük Şirk ayrımı yapar.
“Büyük şirk Allah’ın ortağı
olduğunu iddia etmektir ki, inkârın ve küfrün en büyüğüdür. Küçük şirk ise bâzı
iş ve fiilleri icra ederken Allah dışında kişilerin rızasını da hesaba
katmaktır. Riyakârlık, ikiyüzlülük bu cümledendir.”
Peygamber, ümmeti adına şirkin en çok bu sinsi türünden
korktuğunu söylemiş ve bu şirk türünü tanıtırken şöyle buyurmuştur:
“Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk
koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların Güneş’e, Ay’a, puta tapmaları
değildir. Benim korktuğum bu şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu
gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir.” (İbn Mâce, zühd, 21)
c)
ŞUNU ASLA UNUTMAMALIYIZ:
Din adı altında dinsizliğin en zehirlisini
sahneleyenler, dine karşı olanlar değil, dinin savunucusu olduğunu iddia eden
Allah ile aldatma sahtekârlarıdır. Birçok insanı dine-Allah’a düşman hale
getirenler de bunlardır.
Birlik ve kucaklaşmaya giden yol, bilgi ve bilinçten geçer.
Bu yüzden, mürşit kılıklı müşriklerin belirgin
özelliklerinden biri de bilgi, bilinç ve düşünce düşmanlığıdır.
Mürşit patentli müşrikler yüzünden tam bir mahşer paniği
yaşıyoruz. Mürşit kisveli müşriklerin şaşmaz,
değişmez bir tek birlikteliği vardır: Siyaset ve saltanat çıkarları uğruna,
adına Siyasal İslam denen dinciliğin öncülüğünde ve şemsiyesi altında toplanıp
nimet ve imkanları paylaşmak. Onlar paylaşırken ülke ve kitle çürüyüş ve
tükeniş sürecine girer.
4.
ALLAH İLE ALDATMANIN TEMEL DAYANAĞI: DİNE YALAN
SÖYLETMEK
İslam dünyası,
o arada Türkiye, İslam’a yalan söyletmenin ağır ve kahırlı faturasını ödemektedir. Bulunduğumuz noktadaki
zihin ve ruh halimize bakılırsa bu fatura ödeme süreci daha uzun süre devam
edeceğe benziyor.
İslam dünyasının durumu gerçekten çok kötüdür. Ve bu
‘çok kötü’nün en kötü yanı da durumun kötü olduğunun henüz bilincinde
olmamamızdır.
Dinde olmayan birçok haram, sevap,
dokunulmaz alan, kural, ibadet icat edilmiştir.
‘Dindarlık’ yapay kutsallara saygıyla eşitlenmiştir. Bu durumda, Allah ile aldatanların anladığı anlamda ‘dindar’ olduğunuzda, gerçek dinin dışına çıkarsınız. Onların anladığı gibi ‘dindar’ olmadığınızda ise ‘dinsiz’ diye damgalanırsınız.
Tezgâh işte böyle kurulmuştur.
‘Dindarlık’ yapay kutsallara saygıyla eşitlenmiştir. Bu durumda, Allah ile aldatanların anladığı anlamda ‘dindar’ olduğunuzda, gerçek dinin dışına çıkarsınız. Onların anladığı gibi ‘dindar’ olmadığınızda ise ‘dinsiz’ diye damgalanırsınız.
Tezgâh işte böyle kurulmuştur.
Bugünkü İslam dünyasında ibadetler imanın
belirişi olmaktan çıkmış, inadın tatminine dönüşmüştür. Bunun içindir ki cami
sayısı arttıkça dinden beklenen rahmet ve bereketin paydası düşmektedir. Allah,
İslam dünyasına, özellikle Türkiye’ye, âdeta cami sayısıyla orantılı olarak
tokat atmaktadır.
Allah’tan başkasına teslim olmama anlamına
gelen İslam, Allah dışında her şeye ve herkese teslimiyete dönüştü. Müslüman
kitleler, özgürlük pankartları taşıyan kölelere dönüştürülmüştür.
Sahte dinin sömürüsü pahasına ‘dindar’ olmaktansa, dinsiz kalmayı tercih edin! Çünkü bu takdirde hiç değilse gerçek dinî bulma ümidiniz canlı kalır. Kimseye zor veya garip gelmesin, Kur’an’ın yolu ve buyruğu budur.
Dinî sömürenlerin Kur’an’dan duydukları
rahatsızlık, dinsizliği sömürenlerin duydukları rahatsızlıktan birkaç kat daha
fazladır.
5. ALLAH İLE ALDATMANIN SİVİL DESTEK KURULUŞLARI
“Beni bir kez aldatırsan sana yazıklar olsun; beni iki kez aldatırsan bana yazıklar olsun.”(Çinli bilge Sun Tzu)
Türk insanına
yönelik Allah ile aldatma faaliyetine alt yapı oluşturan ve bunun için de
sürekli dinci söylemler kullanan bazı dinci gruplar ve etki imkânları şöyledir:
Millî Görüş örgütü:
37 yayın, 330 dernek, 33 vakıf, 8 dershane, 48 şirket...
37 yayın, 330 dernek, 33 vakıf, 8 dershane, 48 şirket...
Fethullahçılar:
16 yayın, 23 dernek, 220 vakıf, 24 pansiyon, 570 dershane ve okul, 96 şirket...
Süleymancılar:
6 yayın, 2100 dernek, 14 vakıf, 1750 pansiyon ve kurs, 28 şirket...
Şiddetçi-radikal örgütler:
89 yayın, 95 dernek, 19 vakıf...
Muhtelif dinci gruplar:
100 küsur yayın, 100 küsur dernek, 50 küsur vakıf, muhtelif pansiyonlar ve kurslar...
Toplam rakamlar:
170 yayın, 2570 dernek, 316 vakıf, 1780 pansiyon ve kurs, 580 dershane ve okul ile yaklaşık yüz seksen şirket...
Ekleyelim ki,
bu tablo, 2003 yılı itibariyledir. Allah ile aldatmayı en
ileri boyutta kullanan AKP’nin iktidar dönemi olan son birkaç yılı da dikkate
alarak yeni bir değerlendirme yaptığımızda burada verilen rakamların iki üç
katına çıktığını söylemek gerekir.
Bu sayılanlara siyasal, dinsel, ekonomik hesaplarla
destek veren liberal patentli şirket, holding, basın kurumu gibi odakları da
eklemeliyiz.
Türkiye Diyanet Teşkilatı’nın, 700 yüz
civarındaki imam hatip okulunun ve otuz civarındaki ilahiyat fakültesinin de
büyük ölçüde bu dinci anlayışın güdümünde olduğunu unutmamak zorundayız.
Dahası, yüz bin civarındaki cami de Allah
ile aldatma harekâtında şöyle veya böyle, az veya çok kullanılmaktadır.
Özetleyelim: Türkiye’de
bugün, Allah ile aldatma dinciliğinin ulaştığı ekonomik güç, devletin gücünün çok
üstünde kabul edilmek gerekir. Bu gücün aşamayacağı tek ‘karşı güç’ Türk
ordusudur. Sebep, ordunun silahlı bir kuvvet oluşudur. Eğer silahı kenara
koyarak veya dikkate almayarak düşünürseniz, Allah ile aldatan güç yani dinci
siyaset ve saltanat, Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışmasız en büyük gücü olarak
kabul edilebilir.
Türkiye’de rejim,
kendisine açıkça kafa tutan bir karşı rejim oluşumuyla yüz yüzedir. Resmî
rejimin tek şansı ve avantajı TSK’dır. ( Bu şans ve avantajın günümüz
“şubat-2014” itibariyle sürdüğünü söylemek doğru olmayabilir. MKA) ABD, AB ve içteki dinci gücün sürekli ve sistemli bir biçimde
TSK’ya vuruşunun hikmeti ve sebebi üzerinde şimdi bir kez daha düşününüz.
Allah ile aldatmanın ulaştığı bu korkunç güç, liberal,
özgürlükçü, AB’ci, ABD’ci adlarıyla anılan, esasında ise çıkarlarını vicdan ve
insanlık değerlerinin her zaman üstünde tutmuş olan ‘sözde Türk basını’
tarafından da desteklenmektedir.
6.
ALLAH İLE ALDATMANIN HÜKÜM ODAKLARI
Dinde teşriî (yasama) yetki kullanma suçu, İslam dünyasında
tarikatlar ve mezhepler tarafından bilerek veya bilmeyerek asırlardır
işleniyor. Son zamanlarda buna, din
üzerinden siyaset yapanların ‘dinî siyasal parti ile eşitleme’ zulümleri
eklendi. Bu zulüm, dinî kendisi ve partisiyle eşitleme ve kendisini Allah’ın
vekili, sözcüsü gibi ortaya sürme zulmüdür. Dinci terörün başlangıç noktası da
budur.
Önce, dindarlık, birilerinin alâmeti fârikası ilan
edildi. Ardından din baronlukları, din dükalıkları, dokunulmaz-eleştirilmez
‘efendiler, üstadlar, mücahitler’ (!) ve daha neler neler yaratıldı.
Bunlara, sâdece
ve sâdece peygamberlerin kullanabileceği bir yetki, dinde sözcülük hakkı
verildi.
Bunun ardından,
bunların, halkı ‘iyi dindar, zayıf dindar, günahkar,
dinsiz, din düşmanı, mürted’ gibi sınıflara ayırma hakkı kullanmalarına seyirci
kalındı.
“İslam demek dinden bizim
anladığımız demektir. O halde bizim ak dediğimize kara, iyi dediğimize kötü
diyenler otomatik olarak İslam dışıdır. Müslümanlık belgesi, bizim defterimize
kayıtlı olmanın ta kendisidir. Öteki yollar, İslam’a ve cennete değil, patatese
çıkar.”
“Müslüman vardır ve o biziz;
kâfir vardır ve o da bize karşı olanlardır. Ve biz, bize karşı olanlara her
şeyi yapma hakkına sahibiz.”
Türkiye’de,
siyasal İslamcılığın devreye girdiği günden beri namaz artık bir meydan
malzemesine döndürülmüş, bütün ruhaniyeti, erdiriciliği, saffet ve güzelliği
yok edilmiştir.
Namaz, bugün hâlâ insanları aldatmanın temel
araçlarından biri olarak insafsız ve acımasız bir biçimde işletilmektedir.
Bu Kur’an dışı
tahrip oyunu, 2000’li yılların Türkiyesinde hem de TBMM çatısı altında şu
Kur’an ve akıl dışı talebin gündem yapılmasına yol açmıştır:
“Millet, dindar cumhurbaşkanı istiyor.”
Millet böyle bir
şey istemişse bu vahimdir, eğer istememiş de birileri onun adına avukatlıkla
söz söylüyorsa bu daha vahimdir. Din adına dinsizlik yapılıyor.
Kur’an’ın insanlık
tarihinde yaptığı en büyük devrimlerden biri, belki de birincisi, takvanın,
insanlar arasında bir değer ve üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılmasıdır.
Tüm dinci zümreler, az veya çok tekfir
(başkalarını kafir ilan etme) tezgahını mutlaka işletirler. Bu tezgâh, dine
karşı olanların kâfir ilan edilmesi değildir; bu tezgâh, dinci (dindar değil)
kesimin hesaplarına uymayanların din dışı ilan edilip etkilerinin kırılması
tezgâhıdır.
7. ALLAH İLE ALDATMANIN ÖNCÜLERİ: DİN SINIFI
Din temsilcilerinin tarihsel kötülüklerinin eleştirilmesinin bir insanlık görevi olduğu bugün artık herkesçe, hâttâ din temsilcilerinin en önde gelenlerince kabul edilmektedir. Bunun en tipik örneği Katolik âleminin başı Papa’nın dünya önünde insanlıktan özür dileyen bildirgesidir. Benzerlerini diğer din temsilcilerinden de beklediğimizi ifâde ederek, bir basın organında ‘Papalığın Tarihsel Özrü’ başlığıyla yayınlanan deklarasyonu (bildirgesini) buraya alıyoruz:
“Papa 2. Paul ve
Vatikan’ın 7 kardinali kilisenin bir günahını dile getirip insanlıktan özür
diliyor.”
1. Dinler arası savaşlarla başka kök ve soydan gelen
kitlelerin hakları yaralanmış, onların kültür ve inançlarına saygısızlık
edilmiştir. Bu savaşların en büyüğü, kuşkusuz, Müslümanlara karşı sürdürülen
Haçlı Seferleri’dir. Kudüs’e doğru yürürken her yanı yağmalamış, yakıp
yıkmışlardır.
2. Engizisyon mahkemelerinde işkence ve katliamlar yapılmıştır.
3. Engizisyonun, kilisenin bölünmesinde ve Protestanlığın ortaya çıkmasında tarihsel bir günahı vardır.
4. Yahudilere karşı sürekli düşmanca tavır sergilenerek de günah işlenmiştir.
5. Amerika’nın keşfinden sonra yerli halk arasında zorla misyonerlik yürütülmüştür.
6. Kadınlara ve öteki ırklara karşı eşit davranılmamıştır.
7. İnsan hakları çiğnenmiştir.
“Papa,
ayrıca, Katolik kilisesinin ateistlere karşı tavrından dolayı da özür
dilemiştir. Papa, ateizmin de insanlar için bir dinsel inanç gibi hak olduğunu
kabul etmiştir.”
Bu günahlar ve itiraf listesine, sanıyoruz, son papa
16. Benediktus’un, Hz. Muhammed’le ilgili yaptığı ve o Yüce Peygamberi ‘Kan,
Şiddet ve şerrin yayıcısı’ olarak gösteren talihsiz sözleri için de ayrı bir
özür ve günah çıkarma deklarasyonunun eklenmesi gerekir.
İtiraf edelim ki, İslam dünyasının da bu
anlamda dileyeceği epey özür vardır.
8.
DİNCİYİ DİNDAR YERİNE KOYMA ALDATMACASI
Dincilik (veya siyaset dinciliği); dinî, çıkar, koltuk,
baskı, egemenlik aracı yapan bir sanayi koludur. İşin esası bakımından ne dinî
vardır ne de imanı. Onun dinî-imanı, Tanrısı, ibadeti hep çıkarı ve hesabıdır.
Dincilik, tarihin en verimli ama en zalim iş
kollarından biridir. Dinci ise bu sanayi kolunu meslek edinmiş olanların
adı-unvanıdır.
Dindar, her şeyden önce, dinî
Allah’a varmanın, O’nun hoşnutluğunu kazanmanın, daha iyi ve daha yetkin insan
olmanın yolu ve kurumu bilen ve bu anlayışla yaşamaya çalışan insandır. Bunun
içindir ki, dindarın temel meselesi daha iyiye ve daha güzele ulaşmaktır.
Dinci için en büyük sıkıntı,
dindarın varlığıdır. Çünkü dindar, başkalarının mutlu olmasını, cennete
gitmesini sevinçle karşılamanın da dinin gereği olduğunu söylemektedir. Bu
söylem, dinciyi çok öfkelendirir.
Dindar için din, daha
çok sorumlu olmanın, daha çok paylaşmanın, daha çok fedakârlığın yoludur.
Dinci için ise din,
başkalarından daha çok almanın, başkalarını daha rahat itham etmenin dokunulmaz
ve eleştirilmez kurumudur.
Bu yüzdendir ki, dincinin elinde din bir
ıstırap ve kahır kurumuna dönüşür ve insan haklarını çiğnemenin kutsal aracı
yapılır.
Gıybet etmek, Allah’ın kurallarına suç ve
ayıp bulmak, en küçük bir kızgınlık anında onları cehenneme göndermek dincinin
âdeta alâmetifarikasıdır.
Dindar, ‘yaratılanları
Yaratan’dan ötürü’ sever; dinci
ise yaratılanları Yaratan’dan nefret ettirmek üzere rahatsız eder.
İslam’ın vicdan adamlarından biri olan
Muhammed İkbal (ölm. 1938), dinciden söz ederken onun sâdece dünyayı değil,
cehennemi bile berbat edebilecek bir yaratık olduğuna dikkat çeker.
Dinci, çıkarına ters düşen
hiçbir şeye ve hiçbir kişiye vefa göstermez.
Dincinin yoksun olduğu şeylerin başında ahde
vefa gelmektedir. Bu tespitin bir uzantısı olarak, dindar, kıymet bilir, şükran
bilir insandır. Dinci ise nankördür.
Yüzlerce günahınız olabilir, yine de
Müslüman olursunuz ama emin insan değilseniz, tüm zamanınız namazla-niyazla
geçse de Müslüman olamazsınız. Çünkü emin olmamak, riyakâr olmanın diğer
adıdır. Riya ise, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in açık beyanlarıyla şirktir.
Günahtan korkma, şirkten kork. Çünkü Allah, günahını
itiraf edip boyun bükenleri affedecektir. Ama şirke bulaşanları asla
affetmeyeceğini açıkça bildirmiştir.
Evet, günahtan değil, şirkten kork, yâni
olduğun gibi görünmemek veya göründüğün gibi olmamaktan kork!
9.
ALLAH İLE ALDATILMAMIZ NE ZAMAN VE NASIL BAŞLADI?
Müslüman kitlelerin Allah ile aldatılması,
Emevi kralı Muaviye b.Ebî Süfyan’ın, Hz. Ali’nin ordusunu aldatmak için Kur’an
sayfalarını mızrak uçlarına takıp “Aramızda bu kitap hakem olsun!” diyerek
sergilediği şeytanetle başladı.
Allah ile aldatma, Anadolu insanı özelinde İslam’ın
Araplaştırılmasıyla başladı, İslam’ın Türkmen yorumunda Allah ile aldatma asla
yoktur.
Anadolu hümanizmine vücut veren İbn Arabî’de, Hacı
Bektaş’ta, Mevlana’da, Yunus’ta ve onların izinde giden alp erenlerde Allah ile
aldatma yoktur.
10.
ALLAH İLE ALDATANLARIN ‘TAHAKKÜM TEOLOJİSİ’
Allah ile aldatanlar dokunulmaz, eleştirilmez
bir ‘tahakküm teolojisi’ oluşturmuşlardır. 21. yüzyıla egemen olacak din eksenli
kutuplaşmayı başlatmadan önce İslam’ı, dünya önünde hiçbir itibara sahip
olmayan bir kabile dinine döndürmeyi planladılar ve bunda büyük ölçüde başarılı
oldular. Onun ardından, ‘Medeniyetler Çatışması’ adı
altında bir Haçlı-İslam savaşı başlattılar. Bu savaşta yenik düşecek olan baştan
belliydi: İslam dünyası.
Bu işin başını birinci derecede İngilizler çekti.
‘Medeniyetler Çatışması’ tezinin babası sanılan Huntington, esasında bu fikrin
öğrencisidir. Fikrin babasının, İngiliz düşünür ve istihbaratçısı Toynbee
(ölm.1975) olduğunu unutmayalım. Huntington, Toynbee’nin resmen ve fiilen
öğrencisidir.
İngilizler, İslam’ı İslam’la vurma
siyasetinde en çok hilafeti kullandılar. Çünkü çöküşün oradan geleceğini ve tek
elden kontrol için en emin aracın hilafet aldatmacası olduğunu biliyorlardı.
Amerikalı yazar Dr. Gibbons diyor ki: “İngilizler,
dünyada toplu halde ne kadar Müslüman varsa kendi hükümleri altında görmek
isterler.”
Kendi başına kaldıklarında demokrasi sözünü
bile dinsizlikle eşanlamlı sayan dinci taife, Haçlı emperyalistlerin fesadıyla
o hale geliyorlar ki, yıkmak istedikleri rejim ve yönetimlere saldırırken,
Haçlı öncülerinin öğrettikleri sloganı Kur’an ayeti gibi tekrarlıyorlar: “Daha
fazla demokrasi isterük.”
“Demokrasi istiyordunuz da yıllardır elinizin altında
bulunan Suutlara, Katar’a, Umman’a, Bahreyn’e neden demokrasi getirmediniz de
Irak’ı yerle bir etme pahasına demokrasi istiyorsunuz?”
Haçlılar, önce Müslüman’ı çağdışı hale getiriyor,
ardından da “Böyle olmaz; ben bunu düzelteceğim” diye muhtarlık yapmaya başlıyorlar.
Kural ve kader hep aynı: Muhtarlık Haçlı’dan,
finans ve hizmet Müslüman’dan.
ABD’nin Marshall Yardımı, Müslüman’ı kendi yurdunda
vurdu. Marshall Yardımı’nın Köy Enstitüleri’ni kapatma şartına bağlanması bile bizi yönetenleri uyandırmaya
yetmedi.
Müslümanların kendi dinleriyle vurulmalarının ve kendi dinlerini yanlış anlamalarının yarattığı ıstıraplar, İslam düşmanlarının vücut verdiği kahırlardan çok daha büyük olmaktadır. Ve bu, asırlardır böyle olmaktadır.
Kur’an’ın son vahyedilen ayeti (Mâide, 3),
dinin adının Allah tarafından İslam konduğunu, mükemmel hale getirildiğini,
tamamlandığını ve bunun ismi üzerinde de oynanmaması gerektiğini söylüyor.
Şeriati bir devlet şekli gibi
sunuyorlar. Oysaki Kur’an, ima yoluyla bile bir devlet şekline temas etmiyor.
Onu insan aklına bırakmış.
İslâm devleti tabiri, siyasal İslamcı
istismarın bir uydurmasıdır. Kur’an’da böyle bir tabir yok. İslâm evrensel ve
ölümsüz ilkeler bütününün adıdır. O halde İslam’ın devleti olmaz, Müslümanların
devletleri olur. Gerçek bu olunca da onlarca, yüzlerce devlet şekli
bulunacaktır.
Ağzını açan herkesi, Allah ile susturmaya kalkanlar,
din elbisesini bütün topluma tersine giydire giydire Müslümanları felaketlerin
kucağına ittiler. Elbise mükemmel elbise ama giyen tersine giydiği için
sahibini vezir etme yerine rezil ediyor. Ve bu rezilliği gören gayrimüslim
kitleler İslam’dan da Müslüman’dan da nefret ediyor.
İnsanımızın Allah ile aldatılıp
saptırılmasında bir numaralı araç sahte dindir. Bu aracın kullanımına son
vermez isek dirilişimiz mahşere kalır.
11.
ALLAH İLE ALDATMA ARACI OLARAK KORKU
Allah ile aldatma odaklarının olmazsa
olmaz dayanaklarından biri de dine egemen kıldıkları korkudur.
Korkuyu egemen kılmanın en kalıcı ve güvenli yolu ise
Allah’ı korku objesi haline getirmek ve bunu dinde ülkeleştirmektir. Ve bu
yapılmıştır. Hem de çok erken devirlerde.
Dil açısından “Takva, bir şeyi kendisine sıkıntı ve
zarar verecek şeyden korumaktır.”
Birinci anlamdan yola çıktığınızda dine, Allah’a ve
insana bakışınız başka olur, ikinci anlamdan hareket ettiğinizde başka olur. Birinci anlama göre Allah bir korku ve dehşet objesidir,
ikinci anlama göre ise bir sakındıran, koruyan, acıyan ve uyaran kudrettir.
Dinî ve Allah’ı korku aracı haline getiren geleneksel
korkucu din anlayışı, takva konusunda bilimsel açıdan da yanlışlar içindedir.
12. ALLAH İLE ALDATMANIN AFOROZ MEKANİZMASI
Allah ile aldatanlar, eleştiri
kabul etmez. Kabul ettiği anda kendini inkâr etmiş olur. İddiaları akıl ve din
dışı da olsa o, ısrarla dinin temsilcisi ve göstergesi olarak kendini öne
çıkarır. Dinin savunucusu da odur.
Allah ile aldatanları
eleştirdiğiniz anda din dışı ilan edilirsiniz. Din dilinde buna ‘aforoz’ denir.
İslâm’da din sınıfı olmadığı için aforoz da yoktur. Ancak bu, işin nazari
yanıdır. Gerçekte İslam ülkelerinde aforozun en kahırlısı işletilmektedir.
Aforozculuğun kurumsallaşmasına çağımızda entegrizm denir. Ünlü Fransız düşünür, siyaset ve bilim adamı Roger
Garaudy, İslam dünyasında entegrizmi en iyi niceleyen düşünce adamı oldu.
13. AFOROZUN KANSERLEŞMESİ: ENTEGRİZM
Entegrizm, Garaudy’nin eserlerinden birinin adı.
Entegrizm, Allah ile aldatanların tutuldukları temel hastalıklardan da
biri. Taassubun kanserleşmesi diye tanıtabileceğimiz entegrizmin ne olduğunu ve
Garaudy’nin bu kanserin İslam dünyasında vücut verdiği belaları nasıl fark edip
nasıl ifadeye koyduğunu kısaca görelim.
Yobazlık, inat, dışa kapalılık ve
dar kafalılığın kanserleşmesi olarak tanıtabileceğimiz entegrizm, Garaudy’ye
göre bir kültürel intihardır.
Şöyle diyor Garaudy:
“Suut idarecilerinin ana
meşgalesi, Batı’ya olan tam bağlılıklarını gizlemektir. 1928’de krallığını
kuracak olan Abdülaziz, daha 1913’lerde iken Büyük Britanya siyasetinin izinden
gidecek, bunun karşılığı olarak da Büyük Britanya onu gerektiğinde koruyacaktı.
Biri için koruyucu olmaya, diğeri için ise uslu olmaya dayalı bu ilişkiler
1927’de Cidde Antlaşması ile yenilenir. İngiltere, taahhüdünde durur; 1948
Katif silahlı ayaklanmasını ezer.”
“Bundan altmış sene sonra,
İran devrimi ertesinde, Reagan, ‘Suudi Arabistan’ın yeni bir İran haline
gelmesine asla müsaade etmeyeceğiz’ beyanında bulunur.
1990Ağustosunda Suudi
yöneticileri, sömürgeciliğin hizmetinde olduklarını tamamen açığa vururlar.”
“Halktan kaynaklanmayan ve
siyasal bir temeli olmayan bu rejim, tam dört çeyrek asırdır, önceleri İngiliz
ve bugün ise Amerikan himayesi ile ayakta durabilmektedir.”
Ürkütücü cezaların Suudi
buyurucuları sâdece ve sâdece küçük suçluları yakaladıkları için sistemin
ikiyüzlülüğü apaçık ortaya çıkmaktadır. Zira,
silâh siparişleri veya büyük işlerin kotarılması için Batı’nın büyük
firmalarından ‘masa altından’ 500 milyon dolar alan ve gayri meşru yoldan elde
edilen bu servetleri ABD’de yapılan milyonlarca dolarlık plasmanlarla gizleyen,
Divone kumarhanelerinde veya Marbella içki âlemlerinde dağıtan prenslerin ellerinin kesildiği bugüne kadar hiç
görülmemiştir.
Garaudy’nin yakındığı bu,
‘İslam’ı çürüten yozlaşma’, bugün artık tüm İslam dünyasını sarmış bulunuyor.
Yakın tarihe değin, Türkiye bir
istisna idi. BOP operasyonlarıyla ve BOP eşbaşkanı AKP’nin ABD ve AB güdümlü
tahribatıyla o istisnanın da işini bitirmek istiyorlar.
14. İMANA KİM ONAY VERECEK?
İmana onay, din meselesinin en
hassas konusudur. Bu onay hakkını Allah’ın dışında birilerine kullandırmaya
kalktığınız anda din adına en zehirli dinsizliği yapmaya başlarsınız. Akıl
almaz, sonu gelmez hatalar, zulümler birbirini izler.
Bir düşünün, yıllar ve yıllar, ‘Allahsız,
komünist, münkir, din düşmanı’ damgası yemiş bir
Nazım Hikmet, yıllar sonra bakıyorsunuz,
Bükreş’te bir gece, mihmandarından kendisini camiye götürmesini istiyor.
Ünlü müzisyen Cem Karaca’nın yıllar ve
yıllar, Ermenilik, solculuk, dinsizlik ve imansızlıkla suçlandığını yakından
izledim.
8 Şubat 2004 günü hayata
gözlerini yumduğunda basın onun vasiyetini açıkladı. Şunu vasiyet ediyordu
rahmetli Cem:
“Namazımın Üsküdar’daki
Seyit Ahmet Camii’nde kılınmasını istiyorum. Cenazemde alkış ve tören
istemiyorum; sâdece dinî vecibelerin icrasını istiyorum...”
Peki, ona yıllarca dinsiz-imansız damgası vuranlar yaptıklarının hesabını
kime, nasıl ödeyecekler?
Kur’an’ın dinî; ruhbanlığı,
din sınıfını, Allah ile kul arası aracılığı kabul etmediğine göre, imana, sâdece
Allah onay verecektir.
Allah’a teslimiyet, Allah
katında Müslüman olmanız için yeterlidir ama, Allah ile aldatan fesat dincileri
için yeterli değildir.
15.
ALLAH İLE ALDATANLARIN ŞİDDET TUTKUSU
Bugün dünyanın hemen her yerinde, ‘terör’ kelimesi anılır anılmaz İslam ve Müslümanlar akla geliyorsa bunun sebepsiz olduğu söylenemez. Allah ile aldatanlardaki ‘şiddet zaaf ve tutkusu’ kullanılarak Müslümanları şiddet ve kanın cellatları gibi takdim ettiler ve bu takdimde ne yazık ki başarılı oldular. Irak işgali bu gerekçeyle yapıldı, bundan sonraki benzeri işgaller de yine bu gerekçeyle yapılacaktır. Nitekim İran sıraya konmuş bulunuyor.
Hiç kimse bir dine girmeye zorlanamayacağı gibi, girdiği dinin içinde de baskı ve zorlamaya maruz bırakılamaz. Baskı ve zorlama, ister içte olsun, ister dışta, bizatihi dinsizliktir. Dinsizlik araç yapılarak dine hizmet edilebilir mi?
Dinden çıkma (irtidat) halinde de aynı ilke geçerlidir. Mürtedin hesabı Allah tarafından ölüm sonrasında görülecektir. (Kur’an, 2/217)
Hemen hemen bütün siyasal İslamcı şiddet ve terör örgütlerini Batı oluşturup teşkilatlandırdı; besledi, büyüttü ve bir biçimde kullandı. Batı’nın beslediği şiddet ve terör örgütleri denince herkesin aklına hemen Bin Ladin, Taliban gibi isimler gelir.
İslâm hukukçusu Abdülkadir Udeh, “Nas (tek ve kesin anlamlı Kur’an ayeti) olmadan suç ve ceza olmaz ilkesi dinin temel ilkelerindendir, ama kamu yararı bu ilkenin esnetilmesini bazen gerekli kılar” diyor.
Bu yaklaşımı, ilke olarak biz de kabul ederiz ama tarihe binlerce masumun katlinin dayandırıldığı bir kavram olarak geçen geleneksel ta’zirin, hukukun normal sayacağı esnemelerle vücut bulduğunu söylemek inandırıcı olamaz.
‘İslami şiddet’in bir tür sembolü gibi algılanan Taliban’ meselesine de kısaca temas etmek isteriz.
11 Eylül Dehşeti’nin ardından Türkiye’de herkes bir biçimde Taliban karşıtı kesildi. Kimisi ayakları suya değdiği için, kimisi Amerika’ya yaranmak için, kimisi de havaya uyup ‘çağdaş’ görünmek için.
Biz şuna inanıyoruz: Sivas’taki diri diri insan yakma zulmü, özü bakımından New York kulelerine dalışın yarattığı dehşetten asla geri değildir. Sivas’ta sergilenen Neronizm’e çıt çıkarmayan ‘uygar Batı’nın, 11 Eylül olayı üzerine feryatlar koparması ise ibret vericidir!
Batı, İslam meselesinde, modern-lâik çizgideki akılcı-evrensel Müslümanları koruyup gözetmek yerine, kısa vadeli politik çıkarları seçti ve farkında olmadan, gözünü oyacak hurafeci-kinci ve kancı hizipleri destekledi. Bunun elbette bir faturası olacaktı. Görünen o ki, bu faturanın ödenme süreci, 11 Eylül günü başlamış bulunuyor.
Irak’ın istilası, 11 Eylül’ü besleyen öfkeyi sindirmeyecek, tam aksine, besleyip büyütecektir.
Avrupalı bizi, “Kurbanlık hayvanları usulüne uygun kesmiyorsunuz, hayvanlara eziyet ediyorsunuz!” diye yıllardır yerden yere çalıyor. İkiyüzlü Avrupa! Sivas’ta, 38 insan diri diri yakıldığında, ‘usulüne uygun kesilmeyen’ kurbanlık hayvanlar kadar ses çıkarmadın!
16.
SEVGİYİ
ÖLDÜRDÜLER
Sevgiyi, lâik Müslümanlar değil, Allah ile aldatan dinciler öldürdü. Çünkü, ideoloji adına lâik Müslümanlar değil, dinciler cinayet işlemekte, diri diri insan yakmaktadırlar.
Rahmet, başta sevgi olmak üzere merhamet ve şefkati de içeren çok şumullü bir kelimedir.
Kur’an’a göre, Allah esas niteliği itibariyle korkunun değil, sevginin kaynağıdır. Kur’an’a göre, sevgide paylaşım vardır; sevginin esası paylaşımdır.
Merhamet, karşılıklı bir faaliyet değildir. Merhamette esas faal olan taraf, veren taraftır. Öteki taraf, sâdece alan, yararlanandır.
Kur’an, sevgiyle paylaşım
arasında irtibat kurmak suretiyle, sevginin merhametten farklı olarak yaratıcı
bir güç olduğuna vurgu yapmıştır.
“Allah, güzel düşünüp güzel işler yapanları sever.” (Örnek olarak bk. Kur’an; 2/195)
Paul
Tillich’in ifadesiyle: “Sevgi, imanın bir
belirişi, bir uygulanışıdır.”
Allah ile aldatanların din ve iman zeminlerinde sevgiden eser bulunamaz. Onların yüreğinde bunun yerini korku ve şiddet almıştır. Laiklikten nefretleri de bunun içindir. Çünkü laiklik, dinî kullanarak despotizm ve baskı uygulama imkânını onların ellerinden almaktadır. Laiklik, aklı, eşitliği, özgürlüğü öne çıkarmaktadır.
Bu konuda en isabetli tespitlerden birini de, Türk basınının erdem ve efendilik timsali kalemlerinden biri olan Yılmaz Özdil yapmıştır.
“Laiklerin tepkisi, sırf imam-hatip bitirdi diye, kendini İslam’ın sahibi zennedenlere. Laiklerin tepkisi, ağzından Allah’ı, Kur’an’ı düşürmeyip elalemin karısına sulananlara; çocuk yaştaki kızlara ‘nikah’ kıyanlara. Laiklerin tepkisi, cemaat evlerinde etek öpüp yaş gününde sosyete barlarında, hem de Kandil Gecesi, gizlice kadeh tokuşturanlara. Laiklerin tepkisi ‘dindarım’ ayaklarıyla milleti dolandırıp, Kâbe manzaralı ev alanlara. Laiklerin tepkisi bunlara. Düşün dinimizin yakasından kardeşim, çekin elinizi!” (Yılmaz Özdil, Hürriyet, 24 Nisan 2008)
17. ALLAH İLE ALDATMANIN YOLUNU KESEN LİDER: ATATÜRK
1. Dinin gerçeğine karşı olanlar,
2. Dinin tümüne karşı olanlar.
Bu iki zihniyet, Türkiye’nin ve Türk insanının tarih sahnesinde güçlü olmasını istemeyen dış unsurlar tarafından da sürekli bir biçimde beslendi.
Atatürk’ün dine karşı gösterilmesinin, içinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyası açısından da çok tipik bir anlamı vardır.
Gayet iyi bilmekteyiz ki, İslam’ın
gerçeği bugün Ortadoğu’daki siyasal ve yönetimsel yapılanmalara izin vermez.
Bunlara Kur’an’dan onay alamazsınız.
Çünkü Kur’an,
yönetimde bey’at (sosyal
mukavele) ve şûra (yönetenlerle yönetilenlerin
karşılıklı denetimi) sistemi getirmektedir. Bunun
günümüz diliyle ifadesi lâik- demokratik
sistemdir.
Kur’an, krallık sistemlerini fesat ve zulüm sistemleri olarak nitelendiriyor. Bu demektir ki, Kur’an lâik bir yönetim sistemini öne çıkarıyor.
Atatürk, Kur’an dışı dinciliği ve hurafe tasallutunu yıktı. Dinî Kur’an’ın dışına çekip örflere boğduranların bu yapılandan rahatsız olması son derece doğaldır.
Atatürk; yıktığı hurafenin yerine, gerçek dinî koymanın en hayatî, en ciddî adımını attı. İkinci adımını da attı ve ondan sonra da bu dünyaya veda etti. Ne yaptı Atatürk? Burada, Elmalılı Tefsiri’ne dikkat çekmek istiyorum.
Atatürk ve din meselesinde Elmalılı Tefsiri en hayatî, en güvenilir, en tartışmasız belgedir. Atatürk konusunun belki de en hayatî belgesi Elmalılı Tefsiri’dir.
Elmalılı Tefsiri, akademik tarafı, ilmî tarafı bir yana bırakılırsa, Atatürk’ün eseridir. Atatürk olmasaydı o Tefsir olmayacaktı.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ölm. 1942), yüzyılımızın en büyük İslam bilginlerinden biridir. Bana göre, Türk dilinde en yetkin Kur’an mealini yapan bilgindir. Atatürk getiriyor onu, Meclis kararıyla, “Kur’an’ı Türk diline tercüme ve tefsir edeceksin” diyor.
Elmalılı’ya bu tefsiri Atatürk yaptırıyor. Dokuz ciltlik dev bir Türkçe tercüme ve tefsir Muhteşem ve muazzam bir eser. O günkü yoksul Türkiye’de, on bin âdet bastırılıp dağıtıyor.
1935-1936 arası. Şimdi, bir tezvirat daha dolaştırıp duruyorlar: Efendim, Atatürk bu işi Mehmet Akif’e yaptıracaktı ama Akif kötü niyetleri fark etti, onun için yaptığı tercümeyi yaktı veya birilerine yaktırdı.
Akif yapmadı, Elmalı yaptı.
Akif üzerinden Atatürk düşmanlığını bir kenara koyarsak burada görülmesi gereken gerçek şudur:
Akif ilahiyatçı değildi. Din
ilimlerini bilen bir bilgin değildi. O edipti, şairdi. Birkaç ayeti çok güzel
yapabilirdi ama bütün Kur’an’ı tercüme ve tefsir Akif’in işi değildi. Tercüme
ve tefsiri yapmak üzere Kur’an’ın içine girince bu işi yapamayacağını anladı.
Yapsaydı ismini lekelerdi, büyük hata olurdu. Çünkü ilmi ve birikimi bu işe
yetmezdi. Akif, haysiyetli bir mümin sıfatıyla bunu gördü ve yaptığı bir kısım
tercümeleri de işte bunun için imha etti.
Büyük Atatürk; devlet başkanı sıfatıyla, Elmalı Tefsiri’ni yaptırmakla kalmamış, tarihe bir güzellik daha bırakmıştır. Bu tefsirin telif ve basım harcamalarını bizzat kendi parasıyla karşılamıştır. O da Atatürk’ün, tarihin kulağına “Ben bu işe gönlümle de katılıyorum” anlamındaki bir fısıldayışıdır.
Tefsir ortada. Ve biz soruyoruz: Atatürk dine-İslam’a nasıl bakıyordu? Cevap, tektir ve şudur: Elmalılı tefsiri nasıl bakıyorsa öyle bakıyordu.
Kur’an’ın kapakları arasındaki dinde - ki İslâm odur - çağı ve bizi rahatsız edecek hiçbir şey yoktur.
Yobazlık, kendini geliştirip büyütmek yerine, dinî yozlaştırıp küçültmeyi yeğleyen hasta psikolojilerin dışa vurumudur.
Atatürk, öz gönlünü büyüten ve bu sayede İslam’ın büyüklüğünü kavrayabilen, bakışlarını ona göre ayarlayan yâni İslam’ı gerçeğine yakışır bir kıvamda kavrayabilen zihniyetin sembolüdür.
Yobaz ise bunun tam tersi bir zihniyeti temsil ediyor.
18. ALLAH İLE ALDATMANIN EN ALDATICI MASKESİ: MUHAFAZAKÂRLIK
‘Siyasal İslam’ın Batı tarafından, özellikle Yahudi lobilerince konan yeni ‘tüp bebek adlar’ından biri de Muhafazakâr Demokrasi.
Türk anayasası, İslam ve din sözcüklerinin siyasette amblem olarak kullanılmasına izin vermediği için ‘muhafazakâr demokrasi’ diyorlar. Bilenler biliyor ki, onların bu sözden maksadı ‘muhafazakâr İslam’dır.
Siyasal İslâm’ın Yeşil
Kuşak türünü, görmüştük; şimdi de ılımlısı, muhafazakârı çıktı.
Muhafazakâr demokrasi tabiri, Ortadoğu ve İslam konusunda yazan ve “Recep Tayyip Erdoğan’ın İslamcılığı tam bizim istediğimiz şeydir” diyen İsrailli diplomat Aron Liel’in icat ettiği bir tabirdir.
Muhafazakâr
Demokrasi, siyasal İslam’ın ABD-AB İsrail üçlüsünü rahatsız etmeyen şekli
demek.
‘Siyasal İslam’ nitelemesinde siyaset İslam’ın sıfatı yapılmaktadır. Oysaki İslam Allah’ın dinî olarak tüm beşeri nitelemelerden arınmıştır. Siyasal İslam, Arap İslamı, Türk İslamı, Asya veya Avrupa İslamı gibi tamlama ve nitelendirmeler, İslam’a tümden aykırıdır.
‘Siyasal İslam’ nitelemesinde siyaset İslam’ın sıfatı yapılmaktadır. Oysaki İslam Allah’ın dinî olarak tüm beşeri nitelemelerden arınmıştır. Siyasal İslam, Arap İslamı, Türk İslamı, Asya veya Avrupa İslamı gibi tamlama ve nitelendirmeler, İslam’a tümden aykırıdır.
İslam’ın elbette ki birçok yorumu
olur; ama İslam’ın adı değiştirilemez. İslâm’ın Arap yorumu, Türk yorumu,
Avrupa yorumu, Japon yorumu... olur ve olacaktır. Ama herhangi bir kelime
İslam’a sıfat yapılamaz. Yapılırsa dinin adı değişir. Böyle bir yetkiyi
insanoğlu kullanamayacağına göre, dinin adını değiştirme, dinin inkarıyla eş
anlamlıdır. Ve bunun içindir ki, meselâ, ılımlı İslam bir dinsizlik veya
irtidat dinidir.
Siyaset, insanın bir tavrıdır. Bu anlamda Kur’an mümini de siyaset yapar. Ama bunu yapma hakkı, o kişiye İslam’a sıfat ekleme yetkisi vermez. İslâm İslam’dır. Sadece ve saf olarak (Ku’an’daki -MKA) İslam’dır.
19.
ALLAH İLE ALDATMANIN ARAPÇILIK AYAĞI
Araplara ve onların oluşturduğu Kur’an dışı fıkha göre, Arapça okuma ve yazma bilmeyen herkes ‘ümmî’ sayılır. Yâni böyle birisi birkaç dili bilse, okuyup yazsa bile o ümmîdir. Yâni okuma yazma bilmeyen biridir.
Arapların ve Arapçanın üstünlüğü ve kutsallığı yolundaki bu Kur’an, akıl ve insanlık dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamber alet edilerek sahnelenmiştir. Bu iddia sahiplerine göre, mâdem ki Hz. Peygamber en son ve en büyük peygamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.
Kur’an, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi yapılamaz. Üstünlük, niyet ve gayret iledir.
Kur’an’ın
beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur. Eğer bir ırktan nebi gelmesi bir üstünlük vesilesi
ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı bu
bakımdan tek değildir.
Dine saygı ve bunun oluşturduğu duygusal zemini, Arapların üstünlüğüne basamak yapan aldatma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in açıkça bildirdiğine göre, her peygamber, hitap ettiği toplumun diliyle konuşmuş, vahiy almıştır. Bunun sebebi, peygamberin getirdiği mesajın, hitap ettiği toplum tarafından rahatça anlaşılmasını mümkün kılmaktır. (İbrahim, 4)
Bunun din bahsinde zorunlu sonucu şudur: Hiçbir dil dinsel anlamda, ötekine göre daha kutsal veya daha üstün değildir. Kutsal olan, Allah’ın gönderdiği buyruklar, vahyettiği gerçeklerdir.
Bizim peygamberimiz, kendisi esasen Arap ırkından olmamakla birlikte (dedesi Hz. İbrahim aslen Sümerli idi. Araplar böylelerine ‘Araplaşmış Arap: Arab müsta’rebe’ derler) aldığı tanrısal vahyi, çekirdek toplum ve ilk muhatap olarak Arapça konuşan insanlara iletti.
Tedebbür, yâni okunan metinlerin anlaşılması ve anlamları üzerinde derin derin düşünülmesi. Bu tedebbür kavramı Kur’an’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır.
Öyle ki,
Kur’an’a göre, Kur’an okumak,
esas anlamıyla tedebbür etmektir. Tedebbür yoksa
Kur’an okumaktan söz etmek mümkün değildir.
Tedebbür için, okunan metnin dilini
bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça bilmeyen bir Müslüman’ın, tedebbür emrini
yerine getirmesi için, Kur’an’ı anladığı dildeki çevirisinden okuması
kaçınılmazdır.
Kur’an,
tedebbür ilkesinin, Müslümanların temel ibadetleri olan namazda da korunmasını istemektedir. Bunun içindir ki, ne
dediğini anlamadan namaz kılmak yasaklanmış (Nisa, 43), ne dediğini anlamadan namaz kılanlar ağır biçimde
kınanmıştır. (Mâûn, 4-5)
O halde, namazlarında Kur’an’dan bâzı bölümler veya ayetler okuyacak kişilerin, bunları anladıkları dilde okumaları (veya okuduklarının anlamını ana dilde bilmeleri - MKA) Kur’an’ın açık emridir.
Osmanlı İmparatorluğu da, görünüşte Arapları yönetiminde tutmasına rağmen, bu kutsallaştırılmış Arabizmin kültür hegemonyası altında, farkında olmadan Arap esaretine girmiştir. Osmanlı, kendine âdeta bir self-emperyalizm uygulamıştır.
Kendilerine kutsal ırk diye hizmet ettiğimiz Araplar bizi emperyalist olarak suçlarken biz onların kültürlerinin, dillerinin köleleri olduk. Bu köleliğin yaşatılması için hep yozlaştırılan din kullanıldı. Böylece ne İslam’dan yararlanabildik ne de kendi varlığımız ve kültürümüzden. Bu durum, dinî ve kutsal duyguları sömürülerine araç yapmak isteyen zihniyetlerin de işine geldiği için, onlar da Kur’an’ın büyük halk kitlelerince okunmaması yolunda gayret sarf etmişlerdir.
20.
DİL Mİ KUTSAL, MESAJ MI?
Allah ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile vermişlerdir.
Eğer dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumu, ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil duruma düşer.
Dinî, Allah ile aldatmanın aracı yapan zihniyetler, tarih boyunca hep dili kutsal kıldılar. Mesaj hep ikinci plana itildi.
Bunun en görkemli örneği engizisyon
papazlığının İncili tercümeye izin vermemesidir.
İncil’in ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye, ruhban sınıfına başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu.
İncil’in ne dediğini merak
edenler onu anlama yetenek ve şansına sâhip bulunan ‘kutsal Tanrı adamları’na
başvuracak. İncil adına onları dinleyeceklerdi. Böyle diyerek kitleleri
yüzyıllarca dinlerinin kitabından habersiz koyup papaz hegemonyasının tasarruf
ve tasallutuna mahkûm ettiler.
Çevirisi yapılmayan veya yapılamayan bir kitabın, büyük Atatürk’ün söylediği gibi, ‘anlamı yok demektir.’ Atatürk’ün bu tezi, İmamı Âzam’ın bu konudaki teziyle tıpa tıp aynıdır. İmamı Âzam’a göre de, Kur’an her dile çevrilir ve o çevirilerle namaz kılınır. Çünkü Kur’an, esasında bir mânâdır.
21.
TEMEL İBADETİ DIŞLAYARAK ALDATMA
Temel ibadet, önce namaza hapsedildi, sonra Arapça ile eşitlendi, sonra da namaz
Arapça okuma şartına bağlanarak iş bitirildi.
Kur’an’ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce ve namazdan daha önemli bir farzdır. Allah’ın “Kur’an oku!” emri, “Namaz kıl!” emrinden hem daha öncedir hem de daha önemli. Bu bir yorum veya tevil değildir, Kur’an’ın açık beyanıdır.
Bir kere Kur’an’ın vahyedilen ilk kelimesi Kur’an’ın ilk emridir ve şudur: “Oku!”
İkincisi, “Kur’an’ı
düşüne düşüne dikkatle oku!”emri, iniş sırasıyla üçüncü sure olan
Müzzemmil Suresi’nin 4. ayetinde verilmiştir. Aynı emir,
aynı surenin 20. ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan sonradır ki “Namazı kılın!” emri gelmiştir.
Namaz kılmak ne ise Kur’an okumak da odur, hâttâ Kur’an okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz kılmamak neyse Kur’an okumamak da odur, hâttâ Kur’an okumamak daha da yıkıcıdır
Namaz kılmak ne ise Kur’an okumak da odur, hâttâ Kur’an okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz kılmamak neyse Kur’an okumamak da odur, hâttâ Kur’an okumamak daha da yıkıcıdır
.
Sâdece Kur’an okuyup namaz kılmayanın durumu, sâdece namaz kılıp Kur’an okumayanın durumundan iyidir.
Sâdece Kur’an okuyup namaz kılmayanın durumu, sâdece namaz kılıp Kur’an okumayanın durumundan iyidir.
Kur’an
okumayı cami içine özgülemek, dışarıda Kur’an okumayı âdeta dışlamak da Allah
ile aldatanların yarattıkları olumsuzluklar arasındadır.
Kur’an, okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de “Oku!” olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu ‘okunacak kitap’ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazen de ‘üfürülecek kitap’ haline getirdi.
Kur’an, okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de “Oku!” olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu ‘okunacak kitap’ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazen de ‘üfürülecek kitap’ haline getirdi.
22.
KUR’AN KURSLARI İLE ALDATMA
Kur’an’ı özgün metniyle okuyup anlayacak ve bunu bir bilimsel meslek olarak yürütecek insanların eğitileceği yer Kur’an kursu değil, İmam-Hatip okulu ve ilahiyat fakültesidir.
Ana dilde ibadete karşı çıkan bir zihniyetin ‘Kur’an kursu’ tabelası altında öğreteceği asla Kur’an olamaz. Onlar Kur’an’dan bir şey öğretmediler; Arap alfabesindeki harflerin nasıl telaffuz edileceğini öğrettiler. Kur’an mesajı nerede, harf telaffuzu nerede...
Arap harflerini telaffuz ettirme sektörü, Allah ile aldatmaya dayalı saltanatın en güçlü sektörlerinden biridir.
23.
ALLAH İLE ALDATMANIN CAMİLERE TASALLUTU
Alman İçişleri Bakanı Schily şu beyanatı vermiştir: “Kin kusan vaizleri susturmak için gerekirse camileri kapatabiliriz.” (20 Kasım 2004 tarihli gazeteler)
Berlin polisinin basında yayınlanan bir raporuna göre camilerde kara para aklanıyor. Bu paraların büyük bir kısmı, camilere yardım, camilerin inşası ve imarı adıyla verilerek aklanıyor.
Yalnız ibadet yapılan yer
anlamında bir mâbet fikrî Kur’an’a aykırıdır. Cami, içinde aynı zamanda ibadet
de edilen bir mekandır. Ama asla ibadete tahsis edilmiş bir mekân değildir.
Bu binalara dokunulmazlık sağlayan tabir ‘Allah’ın evi’ tabiridir. Allah’ın evi sıfatını ancak yüce Tanrı verebilir. O, bu sıfatı bir tek mekâna vermiştir; Kâbe; Beytullah. Bunun dışında hiçbir mekân için Allah’ın evi tabiri kullanılamaz; kullanılırsa küfür olur. Bir defa, Allah’ın evi olmaz. Evi olan bir varlık Allah olmaz.
Türkiye’de cami artışı ile ahlâk ve erdem düşüşü at başı gitmektedir. Camiler, Allah ile aldatanların tekrarladıkları gibi, ‘Allah’ın evi’ değil, birer toplantı yeridir.
Ünlü Müslüman düşünür Fransız Garaudy, Suut Entegrizmi’ni eleştirdiği satırlarında ‘cami üzerinden oynanan oyun’un maskesini de ustalıkla düşürmektedir. Şöyle diyor: “Dünyanın belli başlı camilerini idare etmek üzere imamların tayini ve yönetimi buradan yapılır. İmamlar farklı milletlerden olabilir, yeter ki, Suudi dogmatizm ve cehaletinin kalıbına uygun dökülmüş olsunlar.”
“Toplumlar içine âdeta paraşütle indirilen camiler, Müslümanları Suudi modeli ruhsuz bir ibadet yaşantısı içinde farklılıklarını işleyip durdukları, kendilerini tecrit ettikleri ve güvenliksiz duyguları besledikleri bir getto içine hapsetmektedir. Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde Müslüman cemaatlerin kendi imkânlarıyla yapmak istedikleri mütevazı ibadet yerlerine izin vermemek için bin türlü engel çıkartılırken, Suudi’nin parasını ödediği dev camilere kolayca evet denmesi bir hayli dikkat çekicidir.”
“Dinde baskı ve zorlama yoktur.” (Bakara Suresi, 256) diyen bir kitabın dininde resmî mâbet olmaz. Herkes ibadetini istediği yerde ve kimsenin liderliğine muhtaç olmadan yapabilir.
Müslüman coğrafyaların kaderine egemen olma noktasına gelen siyaset ve saltanat dinciliği (Siyasal İslam), camiyi artık ‘dokunulmaz, eleştirilmez parti lokali’ olarak kullanmanın rantını ve keyfini fark etmiş bulunuyor.
Varoluşçu felsefenin teist (Allah’a inanan) kanadına babalık eden Kierkegaard (ölm.1855), kiliseye gidenlerin önüne çıkar, onlara: “İsa’yı seviyorsanız kiliseden, papazlardan uzak durun!” dermiş. Ülkemdeki mabetlerin düşürüldüğü durumu gördükçe, Kierkegaard’ı hemen her gün rahmetle anıyorum.
Dış ülkelerdeki Türk semtlerinde görülen duruma gelince, hemen her tefrika ekibinin kendine has bir camii vardır ve bu camilerde toplananların hiçbiri öteki camidekilere Müslüman gözüyle bakmaz. Hepsi birbirinin gıybetini eder. Dahası, her biri yaptığının cihat olduğunu söyler, Allah’a giden tek yolun kendi yolları olduğunu iddia eder.
24. ALLAH İLE ALDATMANIN BAŞ MAĞDURU: KADIN
Allah ile aldatma zulmünün en
ağırları kadın ve kadın hakları konusunda işlenmektedir. İslâm dünyası bu
bakımdan bir ‘cehennem manzarası’ arz ediyor demek bir abartma olmaz.
İslâm dünyasında kadın
haklarıyla ilgili bugünkü kabullerin tamamına yakını, vahiy kaynaklı tespitler
değil, Hıristiyan konsillerinin kararlarını andıran ulema fetvalarıdır.
İbnü’l-Kayyım gibi bir büyük isim bile kadın konusunda saçmalamaktan
kurtulamamıştır. Önemli eserlerinden biri olan
Hadi’l-Ervah’ında, cennet sakinlerinin büyük kısmını kadınların oluşturduğunu
söylüyor. Bu rivayete göre, cennette kadınların çoğunlukta olmasının sebebi,
her erkeğe en az iki hanım verilmesindenmiş.
Ünlü üstadımıza göre, cennette ne
kadar cinsel temasta bulunursanız bulunun, yıkanmak gerekmezmiş. Orada meni,
mezi türü akıntılar yokmuş. Cehennem sakinlerinden çoğunluğunun kadın olması
ise tartışmasız ve yoruma ihtiyaç bırakmayan bir gerçekmiş.
Kadın,
fıkıh tarihinin hemen hemen ortak kabulüyle, köpek ve domuzdan daha aşağı
görülmüştür. Hak mezhep diye anılan mezheplerin
en büyüğü sayılan Hanefilik’in kabulüne göre, erkek ve kadınlara birlikte namaz
kıldırmaya niyet etmiş bir imamın arkasında namaz kılan cemaatte, bir kadın,
saflardan birinin ortasında namaz kılmaya kalksa sağ, sol ve arkadan birer
kişinin namazı bozulur. Hâlbuki sözü edilen yerde bir köpek veya domuz dursa
kimsenin namazı bozulmaz.
25. TÜRBANIN ALLAH İLE ALDATMA ARACI YAPILMASI
Geleneksel fıkha göre, kadınlar hür ve
cariye olarak iki kısma ayrılmaktadır. Cariyelerin örtünmesi tıpkı erkeklerinki
gibidir. Yâni onlar edep yerlerini örttüklerinde örtünme görevlerini yerine
getirmiş olurlar. Dahası da var. Cariyeler, örtünmeme serbestîsine sahip olarak
kalmazlar, örtünmemeleri şart koşulur. Hâttâ namaz kılarken bile, örneğin
başlarını örtmelerine izin verilmez.
Allah, kullarından her sosyal
sınıf için ayrı bir din göndermemiştir. Örtünme, kadınların bir sınıfı için bir
türlü, ötekisi için başka bir türlü oluyorsa bir din emri olmaktan çıkar,
sosyolojik bir sınıf göstergesi olur.
Allah kullarına iki tane din
göndermemiştir ki, birine göre kadınlar başlarını açmak, ötekine göre ise
örtmek zorunda olsunlar. Geleneksel fıkhın bu çelişkiyi
çözecek hiçbir söylemi yoktur. “ulema
böyle buyurdu” diyerek kenara çekilmektedir.
Şu bir gerçek ki Kur’an’da kadının örtünmesiyle ilgili açık emirler
vardır. Ancak bu emirler, bugünkü İslam dünyasında,
özellikle Arap-Acem coğrafyalarda siyasal bir simgeye dönüştürülen ve adına
‘tesettür’ denen uygulamanın iddialarına asla destek vermez.
Bu konuda özellikle, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin, ‘İlahi Hikmette Kadın’ adlı eserine bakılmasını öneririz.
Bu konuda özellikle, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin, ‘İlahi Hikmette Kadın’ adlı eserine bakılmasını öneririz.
Kur’an’ın örtünme emri, abdest
organlarını, o arada başı içermemektedir:
Yüz ve baş, kadın ve erkekte eşitliğin gösterge bölgeleridir. Ve iki
cinste de açık havaya maruz bölgelerdir. Bunun için de iki cinste de abdestin
ortak organları arasındadır.
Başı açık olanlar köleler,
işçiler ve cariyelerdi; başı bağlı olanlar ise hür ve seçkin tabaka idi.
Fıkhın, kadınları hürler ve cariyeler diye ikiye ayırmasının dayandığı mantık
da budur; Kur’an’ın herhangi bir ayeti değil. Günümüzde bâzı çevrelerin “Başörtüsü özgürlüğün simgesidir” söylemlerinin anlamı da bu olsa
gerek.
Nûr 31. ayette vücup ifâde eden bir emir vardır ve o da göğsün kapatılmasıdır.
Başın-saçların kapatılmasına ilişkin bir emrin o ayetten çıkarılması zorlama
ile bile mümkün olmaz. Sünnetten de buna kanıt yoktur.
“Bu ayetten anlaşılır ki
kadının göğsü ve boynu avrettir, yabancı erkeklerin görmesi caiz olmaz.”
Şunu da unutmamak zorundayız:
Abdest, vücudun açık havaya maruz bölgelerine uygulanır. Eller-kollar, yüz,
ayaklar ve baş bu organlardır ve abdest bu organlara uygulanan bir temizlik
hareketidir. Asrısaadet’te, abdesti, kadın-erkek herkes toplu halde aynı yerde,
hâttâ aynı kaptan alabilmekteydi. Bunun, örtünme emrinden önce olduğu, sonradan
kaldırıldığı yolunda en küçük bir beyan yoktur. Olsaydı, özellikle kadını baskı
altında tutmak isteyenler, bunu anında kayıtlara geçirirlerdi.
Halid Fuat Âlem’in, ‘La legge del
Corano non impone il velo’ (Kur’an yasası
türbanı dayatmaz) başlıklı yazısından birlikte okuyalım:
“Türban konusunda dinci-İslamcı cephe yalan söylemekten,
gerçeği saptırmaktan başka bir şey yapmıyor. Her zaman olduğu gibi. Türkiye’nin
huzurunu kaçıran, ülkemizi ve insanlarımızı büyük kaosa sürükleyen türban
fesadını Allah’ın buyruğu olarak yutturmak, fitnecilik yapmaktır.”
“Pandora’nın kutusu artık açılmıştır, yalanlar birer birer
ortaya çıkacak, putlar birer birer kırılacak ve kadınlarımız gerçekten
özgürlüğe kavuşacaklardır. Anlamı yoruma izin vermeyecek kadar açık bir ayet
konusunda iki Diyanet İşleri Başkanı anlaşamıyorsa, o zaman, AKP iktidarının
uşağı Hacivat feylesofların iznine gerek
kalmadan, bu konuda herkes söz söyleme hakkına sâhip olur.”
Özdemir İnce’nin bu yazısının daha açık anlamı şudur:
Halkımızın ‘sıkma baş’ diye
tanıttığı bu ‘kapatma’, İslam ile değil, Talmut Mûseviliği ve Pavlus
Hıristiyanlığı ile izah edilebilecek bir tavırdır. Bir rahibe kıyafetidir.
İslâm adına bir Hıristiyanlaşma eğilimidir.
İsa yaşadığı sürece ona hep
kötülük eden, ölümünden sonra ise İsa’nın dinine girerek bu dinî teslise
oturtmayı başaran Yahudi asıllı Pavlus, kadının başkaları içinde konuşmasını
bile yasaklıyordu. İslâm dünyasına bulaştırdıkları rahibe usulü baş kapatmayı da kadının ev dışına
çıkmasını da dinleştiren Pavlus’tur. Şöyle diyor:
“Kiliselerde kadınlar sükût etsinler; çünkü onlara söz
söylemek için izin yoktur; ancak şeriatın da dediği gibi tabi olsunlar. Eğer
bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar.” (I. Korintoslular, 14/34-35)
Müslüman dünyanın kadına bakışı, özellikle siyasal İslamcıların türban
anlayışı Pavlus paralelinde bir anlayıştır.
Kadının namaz sırasında örtünmesi
meselesine de değinmek gerekir. O halde, namazda örtünme meselesini iki durumu
birbirinden ayırarak değerlendirmek zorundayız:
1.
Namaz sırasında yabancı erkeklerin (namahremlerin) kadını görmesinin söz konusu
olduğu durum: Bu durumda kadın örtünme şartlarına uymuş olmalıdır.
2.
Namaz sırasında yabancı erkeklerin görmesi söz konusu olmayacak durum: Bu
durumda kadın namazını istediği giysi ile kılar. Allah’a karşı örtünme söz
konusu edilemez. Kadın, evinde-odasında bir başına namaz kılacaksa neden
örtülere bürünsün!
Başın ve saçların örtünmesi iddia ve talebi, Haçlı kurmay
odakların Müslüman dünyayı kendi içinde bölmek için kullandıkları bir oyundur.
Örtünme adı altında Müslüman
kadının başını, rahibe usulü sarıp sarmalamanın bir ayrımcılık unsuru olarak
devreye sokulması, 1960’lı yıllara gider. Fitne kotarımının patronu ABD,
destekçileri ise ABD’nin kullandığı ‘Allah ile aldatma basını’ ve onun öncü
kalemleridir. Bu öncü
kalemlerin başında hızlı ABD’ci Mehmet Şevket Eygi ile onun gazetesinde
istihdam ettiği Şule Yüksel vardır.
ABD, ektiği bu fitne ve tefrika
tohumlarının meyvelerini 1990’lı yılların sonlarında, “Türban Misyoneri’
olarak adlandırdığı Merve Kavakçı ile almayı denemiş, başarılı olamamıştır.
Başarılı olamamıştır ama Merve Kavakçı aracılığıyla,
bu işe verdiği önemi ve bu yolla Türkiye’ye darbe vurma iradesini ortaya
koymayı da ihmal etmemiştir. ABD’nin bu işler için kullanmak üzere CIA’ya
kurdurduğu ‘ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu’ eliyle davet edilen Merve
Kavakçı tam bir şov aracı olarak eyalet eyalet dolaştırılmış, Türkiye aleyhinde
konuşturulup alkışlanmıştır.
Merve Kavakçı üzerinden oynanan oyun bu kadarla da kalmamıştır: Hazırlanan ve işletilen bir tezgahla, Birleşmiş
Milletler’de, ABD Kongresi’nde ve daha onlarca kurumda konuşturulan Kavakçı,
İngiltere tarafından da ele alınıp Lordlar Kamarası’nda, Türkiye’de din
özgürlüğü olmadığı’ yönünde bir konuşma yapmak üzere davet edilmiş ve bu
konuşmayı Lordlar Kamarası’nda 2 Kasım 2000 tarihinde yapmıştır.
2008 yılındaki RT Erdoğan kotarımlı AKP denemesi üçüncü denemeleri.
ABD, Bakalım bunda başarılı olabilecek mi?
Cumhuriyet değerleriyle baştan
beri kavgalı olduğu kanaati var olan AKP iktidarı tarafından, Anayasa değişikliği ile çözülmeye girişilince, çözülmek
şöyle dursun ‘kördüğüm’ haline gelerek Türk halkının gırtlağını sıkmaya
başladı. RT Erdoğan’ın baş
danışmanı olan Cüneyt Zapsu, türban konusunu Türk siyaset ve medya tarihinde görülmemiş bir üslupla
değerlendirdi. Şunu söyledi: “Başörtüsünü
çıkar demek donunu çıkar demekten farksızdır” (Hürriyet, 6 Mart
2008)
Bu söz, özellikle başı açık
Müslüman-Türk hanımları camiasınca “Yâni biz donsuz mu sayılıyoruz?”
kaygısına yol açtı.
Kısacası, AKP, ilk gününden
itibaren türban meselesini bir tahrik ve kaygı unsuru olarak öne çıkarmış;
konuya hep bu üslûp ve zihniyetle yaklaşmıştır.
Tarih önündeki görünen
müsebbipler ise iktidar partisi olan AKP ile, TBMM’ye girdiği günden beri ona
koltuk değneği (tabir halkındır) olan MHP’dir.
Türbanın bu şekilde
dayatılmasının, sonra da demin değindiğimiz ‘nifak yöntemi’ ile çözülmeye
çalışılmasının temelinde Allah rızâsı ve din değil, siyasal çıkar ile erkek
hegemonyasını tehlikeye atmama kaygısı vardır.
Özetleyelim: Siyasal İslam’ın savunduğu
tesettür, İslami hassasiyetlere değil, Hıristiyanî hassasiyetlere uygundur ve
bu şekliyle, bir Hıristiyanlaştırma temayülünün göstergesidir. Zâten bu
gösterge, bunun yıllarca siyasal istismarını yapan AKP Genel Başkanı RT Erdoğan
tarafından da dolaylı bir biçimde ifâde edilmiştir. Erdoğan, İspanya’da verdiği
ünlü demecinde, bugünkü türbanın bir siyasal simge olarak alınmasının kimseyi
ilgilendirmediğini ifâde ederek türban bayraktarlığı yapan siyasetlerin esas
niyetini ve arka planını ortaya koymuştur.
26. ALLAH İLE ALDATANLARIN BAŞ PUTU: DÜNYALIK
İslam’ın Türkmen yorumunun
yarattığı Anadolu Hümanizmi ve onun aşılamamış lirizm ustası Yunus’un hayat anlayışında
insan, yalnız paylaştığı şeylerin sahibidir;
yığdığı şeylerin değil. O halde, esas sâhip
olan, paylaşandır, biriktiren değil...Paylaşabilen sevebilendir ve
sevebilmenin mutluluğunu tatmak, paylaşabilmekle elde edilir.
Bugünkü dünyaya bakarsanız, bu putun, tam materyalizm olan komünizmle,
pratik materyalizm olan kapitalizmde aynı kudret ve saygınlık burcuna
oturtulduğunu görürsünüz.
Kapitalist emperyalizmin kurnaz
çocuklarından İngiliz devlet adamı Churchill bu gerçeği açıkça itiraf etmiştir. Şöyle diyor: “Komünizm, sefaletlerin eşit paylaşımı, kapitalizm ise
nimetlerin adaletsiz paylaşımıdır.”
Hemen söyleyelim: Kur’an mal ve parayı hayatın biricik veya egemen değeri
sayanların dinî olamayacağını açıkça söylemektedir. İslâm
Peygamberi tehlikeye şöyle dikkat çekmiştir: “Her ümmetin bir bozgun sebebi vardır. Benim ümmetimin bozgun
sebebi de maldır.”
Mal putu ile din istismarını
birlikte kullanabilecek konuma gelmiş kadroların ve siyasetlerin egemen olduğu
bir toplum, cehennemini daha bu dünyada kendi eliyle kurmuş demektir. Allah ile
aldatanların âdeta cenneti haline gelmiş Türkiye, Allah ile aldatan dinci
odakların sermaye ve serveti de ellerine geçirdikleri bir ülke olmuştur.
27. ALLAH İLE ALDATANLARIN KAMU HAKKI TALANI
24 Ağustos 2001 tarihli Star gazetesi köşe yazımdaki bir cümle Türk
ilahiyat literatüründe ilk kez telaffuz edilen çok sarsıcı bir cümle idi.
“Hz. Peygamber, kamunun haklarına, mallarına musallat
olanların, Kur’ansal deyimiyle, ‘gulûl suçu işleyenlerin’ cenaze namazlarını
kılmazdı. Bu Muhammedi tavır: Türkiye’yi yönetenlere, siyasetçilerimize, kamu
mevkilerinin subaşlarında bulunanlara, ibadetleri şov aracı yapanlara ithaf
olunur.”
Hz. Peygamber, kamu malı çalmış,
kamu hakkına tasallutta bulunmuş olanların cenaze namazını kılmamıştır. (Zâdü’l-Mead, Beyrut 1981 baskısı, 1/515, 3/107-108)
“Bir harp sonrasında Hz. Peygamber’e: ‘Filanca, falanca
şehit oldu’ diye tekmil verdiler. O, bunlardan birisi için şöyle dedi: ‘Hayır! İşte o dediğiniz kişi şehit olmamıştır. Ben onu
cehennemin içinde görüyorum. Sebebi de, kamu mallarından çaldığı bir giysidir.’ Hz. Peygamber bunun ardında Hattab oğlu Ömer’i çağırarak
şu talimatı verdi: ‘Git, ey Hattab oğlu, git de insanlara şunu duyur: Cennete
yalnız ve yalnız müminler gidecektir.”
28. ALLAH İLE ALDATMANIN TİCARET BİLANÇOSU
Alkolsüz kolonya aldatmacası bu
aldatmaların en iğrençlerinden biridir.
Alkolsüz kolonya dendiğinde, bunun arkasından birilerinin yeni marka bir
kolonya çıkacağını ve bunun reklamını sıfır harcamayla din üzerinden
yaptıklarını herkes anladı ama kimse çıkıp sormadı veya söylemedi ki, İslam, alkolün içilmesini, sâdece bunu yasaklıyor. İlaç,
temizleyici, deodorant, parfüm halinde kullanılan alkol ile İslam’ın bir alıp
vereceği yok. Ne demek alkolsüz kolonya?!
Helal gıda kalpazanlığı bir diğer aldatma şeklidir.
İslâm fıkhına yalan
söyleterek “Hıristiyanların kestikleri etler yenmez” sloganıyla
Müslümanları aldatıp hijyen (sağlık bilgisi) kurallarına uymadan kesilmiş kaçak
etleri “İslami kurallara göre kesilmiş” veya ‘helal gıda’ teranesiyle hem de
daha yüksek rakamlarla satanlar Allah ile aldatmanın sokakları dolduran
simsarlarından sadece bazılarıdır.
Oysaki, değil bir mezhebin
fetvası, bütün mezheplerin ittifakıyla, Ehlikitap diye anılan Yahudi ve
Hıristiyanların kestikleri etler, hiçbir kayıt ve şart aranmaksızın helaldir;
yenir. Yeter ki kesilen hayvan eti yenen yâni helal bir hayvan olsun.
Tarihin en büyük dinci soygunu sayılan bir olayı bir kez daha
hatırlayalım: 26 Ocak 2004 tarihli Der Spiegel
dergisi Almanya’da yaşayan Müslüman Türk işçilerden 5 milyar Euro tutarında bir
şeriat vurgun yapıldığını bildiriyordu. Der Spiegel’in haberindeki ayrıntıya
göre, Kombassan, Yimpaş ve Jet-Pa gibi, Allah ile aldatan dinci şirketler “Faiz haramdır, paraları bize verin, size kârdan pay verelim” diyerek Müslüman Türk işçilerden akıl almaz meblağlarda
paralar toplamışlardır. Bırakın kârı,
kendileri bile geri ödenmeyen bu paraların ne olduğu Alman hükümetince de
araştırılıyor. Ve haberden
bâzı satırlar:
“TBMM komisyonuna bilgi veren İslami holding mağdurları, inanç
sömürüsüyle kandırıldıklarını söylediler. Mağdurlar şöyle konuştu: ‘bizle
beraber camiye gelip namaz kıldılar. Aynı seccade üzerinde oturduk, konuştuk.
Bizi camide soydular.”
Cumhuriyet gazetesi, 1 Haziran 2005 tarihli nüshasında manşete şunu
çıkarıyordu:
“İşadamları da Soyuldu” “ATO
Başkanı Sinan Aygün, ‘İslami Holding’
olarak adlandırılan kayıt dışı şirketlerde batırılan kaynakların yeni bir
bankerler krizine dönüştüğünü söyledi.”
“İslami holding tabirinin bizatihi kendisi bir aldatma ve
cürümdür. Ne demek İslami holding? İslami terör denince tepemiz atıyor da
İslami holding denince neden sesimiz çıkmıyor? Hâlâ anlayamadık mı ki, İslami
holding tabirinden şikâyeti olmayanların er geç varacakları yer İslami terördür.”
Şunu sorabilme noktasına bir türlü gelemedik: Ticareti ticaret gibi
neden yapmıyorsunuz da satımı hızlandırma aracı olarak Allah’ı ve dinî
kullanıyorsunuz!? Bu, dine ve insan
haysiyetine saygısızlık değil mi?
Endüstri Holding adlı
‘götürücü’ şirketinin genel koordinatörlüğünü yapmış bir kişinin, Ramazan
Arıkan’ın açıklamalarını Cumhuriyet gazetesi bir ibret tablosu halinde önümüze
koydu. Arıkan şöyle diyor:
“Görev yaptığım endüstri Holding’de 11 bini aşkın ortaktan 550
milyon mark toplanmış. Şu anda kasada para yok.” (Cumhuriyet, 22-25 Ağustos 2003)
Allah ile aldatmanın ticaret
bilançosu konusunda tarihsel bir ibret tablosu, dinci siyasetlerin tarihsel
başbakanı Erdoğan’ın 28 Mayıs 2006 tarihli Berlin toplantısında yaşandı. Dinî
kullananlar tarafından, “Faizsiz kazanç vereceğiz” vaadiyle
soyulduklarını, 30 milyar Euro’nun üstünde bir paranın ortadan yok olduğunu, bu
dinci soyguncu şirketlerin Recep Tayyip adını kullanarak güven yarattıklarını
söyleyerek yakınan ve yardım isteyen vatandaşlara, “Parayı verirken bana mı
sordunuz?” demesinin yarattığı infial büyük oldu.
Bu paraları verenler, öyle
sanıldığı ve iddia edildiği gibi, saf duygularına yenik düşerek aldanmadılar.
Bunların büyük kısmı, bu paraları vuranların yürüttükleri ‘Atatürk
Cumhuriyet’ine hıyanet’ tezgahında yer almayı da istediler. Paralar sâdece
‘faizsiz kazanç’ için verilmedi: ‘Kafir Mustafa Kemal’in küfür devletini
yıkmaya yönelik cihatta yer almak için’ verildi.
Kabala geleneğinde
ölümsüz bir deyiş vardır: “Aldanmak istenen aldanır.”
Aldatılmak hiçbir toplumun kaderi değildir. Onu kendisinin kaderi yapan,
aldatılan toplumun kendisidir.
29. FAİZSİZ KAZANÇ ALDATMACASI
Faiz diye tercüme edilen sözcük
riba sözcüğüdür. Riba sözcüğünün sâdece faiz kelimesiyle sınırlanması doğru
değildir. Riba kavramının bugünkü banka faiziyle eşitlenmesi ise açık bir
saptırmadır.
Kur’an-ı Kerim’de 7 yerde geçen
riba, kelime anlamıyla, anamal ve anaparaya yapılan ilavedir. Din dilinde bu,
karşılıksız artış diye ifâde edilir. En
doğrusu, ribayı emek ve gayret karşılığı olmayan her türlü artış diye
anlamaktır.
Hz. Peygamber, ödünç verilen
şeylerin ayniyle iadeleri sırasında yapılacak ilavelerin riba olduğunu
belirtmiştir. Örneğin, bir ölçek arpanın yerine bir buçuk ölçek, bir altının
yerine 2 altın almak ribadır. Banknotlar ise, reel değerleri olmadığından,
meselâ 100 lira karşılığında 110 lira almanın riba kavramı içine girip
girmeyeceği tartışılacaktır. Çünkü banknot, sâdece üzerine konan nominal
değerle bir anlam ifade etmektedir.
O halde, bütünüyle nominal değerler üzerinden işleyen banka
faizlerinin ve banka faizciliğinin, Kur’an’daki riba kavramı içine girdiğini
söylemek isabetli
olmayacaktır.
Gerçek şu ki, Kur’an, riba yasağını,
paranın ekonomide dolaşmasını sağlamak için getirmiştir.
Şu bir gerçek ki, Kur’an’ın getirdiği
riba yasağının temel amacı, ihtiyacını gidermek için borç almak zorunda kalan
yoksulun büsbütün mahvolmasını önlemek ve onu, çaresizlerin kanını emen kodaman
zümreye karşı korumaktır.
“Riba yasağı, ihtiyaçlarını
karşılamak için borçlanmak zorunda kalan fakir kesimin istismar edilmesine
karşı bir yasamadır.”
“Bugünkü bankalar riba
esasına göre işlememektedir; tam tersine, tasarruf sahiplerine kâr payı (ribh)
vermekte, borçlulardansa getiri (faide) almaktadır. Dolayısıyla, modern
bankacılık sistemleriyle Kur’an’ın haram kıldığı ve alanlar için şiddetli azap
vaat ettiği riba arasında en küçük bir ilişki söz konusu değildir.”
Günümüzde din üzerinden reklâm
yapıp kazanç sağlama yolunu tutan Allah ile aldatma odakları, Kur’an’daki riba
ile ilgisi bulunmamasına rağmen, banka faizini ‘haram’ ilan etmekte, öte yandan
“Biz kârdan pay veriyoruz” diyerek dindar halkın mevduatını toplayıp
modern bankacılığın en acımasızını yapmaktadırlar. Banka faizi riba değildir
demeleri halinde, Müslüman kitleyi kendilerine çekmede bir özellikleri
kalmayacağını bildiklerinden din adına yalan söyleme yolunu tercih ederek
dinlerini ve ahiretlerini satarak dünyalık devşirmektedirler.
30. ALLAH İLE ALDATMANIN SOSYAL DEMOKRASİYE KARŞI KULLANILMASI
Sosyal demokrasi Türkiye’de, üç karmaşanın (veya saplantının) gölgesi
altında bulunuyor. Bu üç karmaşa şu başlıklar altında verilebilir:
1. Dinci karmaşa (Allah ile
aldatma veya siyaset dinciliği),
2. İdeolojik karmaşa
(solculuk),
3. Sömürgeci karmaşa (küresel
sömürü).
Bir zamanlar, Türkiye’ye, Yeşil
Kuşak islamı denen Amerikan marka bir İslam ile kullanan ABD, bugün aynı oyunu
Ilımlı İslam ve BOP söylemiyle yürütüyor. Bu son oyunun önemli sloganlarından
biri de “Sosyal demokrasi bir sol söylemidir” iddiası olmaktadır.
Bugün, okyanus ötesi
politikaların hizmetinde yol alan dinci aldatılmışlar, Türkiye aleyhine
sergiledikleri takkeli-sarıklı hıyaneti “Sosyal demokrasi solculuktur”
sloganıyla da pazarlamaktadırlar. Arkalarındaki güç, Yeşil Kuşak’ın arkasındaki
gücün ta kendisidir.
Yeşil Kuşak İslamı veya Ilımlı İslam şeytanlığına takılmadan baktığımızda
gerçeğin şu olduğunu anlamakta gecikmeyiz: Kur’ansal
ve Muhammedi çehresiyle, yâni özgün şekliyle İslam, tam anlamıyla bir ‘sosyal
demokrat din’ olarak önümüzdedir. Önümüzdedir ama hayatımızda değildir.
Hayatımızda olmasına Haçlı odaklarla onların Müslüman coğrafyalardaki
hizmetkarları izin vermiyorlar.
Sosyal demokrasi bugün artık
bir ideolojik kavram değildir. Bir zamanlar onu sol ideolojinin pankart yapmış
olması, sosyal demokrasi ile ilgili bugünkü gerçeği değiştirmez. Bugünkü gerçek şudur:
Çağdaş, müreffeh Batı ülkelerinin
en “sosyalist” sayılanları ne kadar sosyal demokrat iseler, en kapitalist
sayılanları da aynı derecede sosyal demokrattır.
Finlandiya, Norveç, İsveç nasıl sosyal demokratsa, Fransa, Almanya, İngiltere, İsviçre de aynı şekilde ve aynı oranda sosyal demokrattır. Bu ülkelerde kimsenin soldan, solculuktan falan söz ettiği yok.
Çağdaş devletin, olması gerekenleri tespit edilmiş, durması gereken yeri belirlenmiştir. Vazgeçilmez gerçek, sosyal demokrasidir.
Günümüz demokrasisi kendini artık ‘Marksist’ olarak tanımlamıyor. Kökeni öyle olsa da öyle tanımlamıyor. Çünkü o kabuktan kurtuldu, kabuğun içindeki özü aldı. Bırakın Avrupa’yı, ABD ve Japonya’da bile sosyal demokratların talepleri, projeleri, yöntemleri etkili oldu, hayata yön verdi.
Finlandiya, Norveç, İsveç nasıl sosyal demokratsa, Fransa, Almanya, İngiltere, İsviçre de aynı şekilde ve aynı oranda sosyal demokrattır. Bu ülkelerde kimsenin soldan, solculuktan falan söz ettiği yok.
Çağdaş devletin, olması gerekenleri tespit edilmiş, durması gereken yeri belirlenmiştir. Vazgeçilmez gerçek, sosyal demokrasidir.
Günümüz demokrasisi kendini artık ‘Marksist’ olarak tanımlamıyor. Kökeni öyle olsa da öyle tanımlamıyor. Çünkü o kabuktan kurtuldu, kabuğun içindeki özü aldı. Bırakın Avrupa’yı, ABD ve Japonya’da bile sosyal demokratların talepleri, projeleri, yöntemleri etkili oldu, hayata yön verdi.
Hukuk ve refah devletinin
olmazsa olmazı sayılan sosyal demokrasi, iyi niyetli kapitalizm ile iyi niyetli
sosyalizmin evliliğinden doğdu. Berlin Duvarı’nı yıkan da işte bu evliliktir.
Artık şunu görmek zorundayız: İnsanlık, bir ortak-evrensel refah modeline ulaştı. Bugün,
bir tek ilerlemiş ülke gösterilemez ki sosyal demokrasiyi dışlamış olsun. Sosyal demokrat bir
siyaset ve yönetim, ideolojik açıdan solcu olabileceği gibi sağcı da olabilir.
31. ALLAH İLE ALDATMANIN KÜRESEL-EMPERYALİST TEZGÂHLARI
Müslüman’ı Allah ile aldatmayı esas almış emperyalist oyunun üç
tarihsel tezgâhına tanık olmaktayız:
1. Alman tezgâhı (1. Dünya
Harbi’ne sokma oyunu),
2. AB tezgâhı (Avrupa Birliği’ne
üyelik oyunu),
3. ABD tezgâhı (Ilımlı İslam ve
Yeni Osmanlıcılık modeli diyerek çökertme oyunu).
Müslüman’ı Allah ile aldatmanın
Alman tezgâhı, Almanya’nın, kendisini, çöküş sürecinin en ağır sancılarını
yaşayan Osmanlı İmparatorluğu ve ona bağlı milyonlarca Müslüman kitlenin
kurtarıcısı olarak propaganda etmesiyle başladı.
Esasında Almanların bu siyasetlerle ulaşmak istedikleri iki ana hedef vardı:
Esasında Almanların bu siyasetlerle ulaşmak istedikleri iki ana hedef vardı:
1. İngilizlerin kumandası altındaki
Müslüman sömürgeleri, ‘Müslümanların esas koruyucusu’ Almanya’nın yanına çekmek
için İngiltere’ye karşı kışkırtıp İngiliz egemenliğini Almanlar lehine sarsmak,
2. Artmakta olan ve artması için
sürekli teşvik edilen Alman nüfusu, bereketli Anadolu ve Mezopotamya
topraklarında yeni yerler açmak.
Osmanlı ordusunun, Prusyalı
subaylarca eğitilmesiyle işe başlanır. Bunu, silâh ticareti, demiryolu
imtiyazları (Bağdat Demiryolu gibi) izler. Alman malları, Osmanlı pazarında
diğer emperyalist ülke mallarını piyasadan sürer.
Almanların Yakın Doğu’daki en
büyük başarılarından biri de Osmanlı ordusunu, Alman emperyalizminin vurucu
güçlerinden biri haline getirmeleridir.
1914 yılına gelindiğinde,
bizzat Almanların bile, başlattıkları Birinci Dünya Harbi’ni kaybetmek üzere
oldukları ortaya çıktığı bir sırada, yine Allah
ile aldatma tezgâhı çalıştırılarak Osmanlı Padişahı ve Halife olan, V. Mehmet
Reşat’a, Almanlar lehine ‘Cihad-ı Mukaddes’ veya ‘Cihad-ı Ekber’ ilan ettirildi
ve şeyhülislam tarafından askerlere okundu. Fetvayı dinleyen Osmanlı askerleri,
‘Hacı Wilhelm’in yaptırdığı Alman Çeşmesi’nden su içip ‘Hacı İmparator’a dua
ettikten sonra, Alman emperyalizmi uğruna Ruslarla savaşıp ölmek üzere,
Sarıkamış cephesine doğru yol aldılar. Ve 90 bini aşkını Allahu Ekber Dağları’nda
hayatlarını feda ettiler.
Yüz bin civarında Türk askeri orada ne için öldü biliyor musunuz? Bir zafer kazanmak için değil. Böyle bir zaferin söz
konusu olmayacağını asker olan herkes anlardı. Gerekçe, Polonya Cephesi’nde
Almanları sıkıştıran Rusların kuvvetlerini bölüp Sakıramış’ın yaratacağı
tedirginlikle Rus askerinin bir kısmını Kafkas
Cephesi’ne sevk ettirerek Almanları rahatlatmaktı. Ölecek olan Türk askeriyse
bu gerekçe bile yeterdi. Tarih boyunca, Yemen’den Kore’ye kadar hep böyle
olmadı mı?
Bu bir yorum değildir. 2 Ağustos 1914
Osmanlı-Alman gizli ittifak antlaşmasına göre, Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı
Alman general Bronsart von Schellendorff’a verilmişti.
Bu Haçlı general, 1936’da yayınladığı Sarıkamış anılarında şöyle
diyordu:
“Türkiye’nin savaşa ne zaman
gireceğine Alman Genelkurmayı karar verdi. Kafkasya’ya saldırılması fikrî de
bizimdir. Amaç, düşmanlarımızın ordu birliklerini buralara kaydırarak birinci
derecede önemli olan esas cephelerdeki Alman ordularına karşı düşman baskısını azaltabilmekti.
Süveyş Kanalı’na yapılan harekat da aynı nedenle yapılmıştır. Yoksa Türklerin
Mısır’ı fethetmeleri için değil.”
Bugünün demokrasi ve özgürlük
öncüsü ABD’nin ikinci dünya savaşındaki politikasının esası, bir yandan
Hitler’i kullanarak Rusya’yı çökertmek, öte yandan Rusya’yı kullanarak Hitler’i
yok etmek olmuştur. Parasının üstündeki ‘Allah’a güveniriz biz’ ifadesinin
ABD’cesi işte budur. Yâni “Allah’ı kullanarak kitleleri aldatırız biz.”
32. ALLAH İLE ALDATMANIN VATİKAN TEZGÂHI: DİNLERARASI DİYALOG
İdeolojilerin çökmek üzere
olduğunu, dinlerin yeniden sahneye oturacağını, o gün geldiğinde en şanslı
dinin İslam olacağını, Batı’nın büyük beyinlerinden Arnold J. Toynbee daha
1940’lı yıllarda Batı stratejistlerine, siyasetçilere söylemiş, tedbir almalarını
istemişti.
Luther’e göre, Kur’an, Hıristiyanlığı yıkmak için
şeytanın Muhammed’e öğrettiği bir şer ürünüdür. Hz. Muhammed ise peygamber
değil, İsa-Mesih’in misyonunu baltalamak isteyen bir deccaldır.
Bugün, Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP) ve Dinlerarası Diyalog projesi olarak açıkça telaffuz edilen İslam
ülkelerini sömürgeleştirme projelerinin stratejileri 1950’li yıllardan itibaren
uygulamaya kondu.
Dinlerarası Diyalog, 1962-65
yılları arasında geliştirilmiş bir Vatikan projesidir. Bu projenin dinsel dayanağı olan ve 1965 yılında aktedilen
H. Vatikan Konsili, faaliyetine esas olan Nostra Aetate unvanlı belgede
Müslümanlara epey yer ayırmıştır. Diyalog adlı
misyonerlik faaliyetinin esas hedefi Müslümanlardır. Nostra Aetate’nin
Müslümanlara ayrılan kısmında Hz. Muhammed’in nübüvveti kabul edilmemiştir. En
insaflı ve en ileri olanlarının ağızlarının yarısıyla söyleyebildikleri şudur:
“Hz. Muhammed, Tanrı’nın putperest Arapları İsa Mesih’e hazırlasın
diye gönderdiği pedagog eğitimcidir. Görevi böyle bir hazırlamadır,
peygamberlik değil. Ama bu görev de iyi bir hizmettir, makbul bir hizmettir.”
Proje Hıristiyanlarındır; Müslüman’dan
istenen ise bu projeye destek vermek, yani AB-Vatikan tarafından belirlenen
hedeflere varmada hizmetçilik yapmak, dolgu maddesi olarak kullanılmaktadır.
Bizim ‘diyalog avukatları’ istedikleri kadar ‘diyalog yoluyla tebliğ yapacağız
desinler, Papa II. John
Paul daha o günlerde şunu açıklamıştır:
“Dinlerarası diyalog, kilisenin Hıristiyanlaştırma yâni
misyonerlik faaliyetlerinin bir parçasıdır.”
Hem BOP’ta hem de dinler arası
diyalogda rol alabileceklerin yumuşak karınları bulunmuştur: Atatürk mirasından
rahatsızlık.
Kur’an’ın tebliğine yol açmak
için diyalogcu olduk diyorlar. Peki, Kur’ansal tebliğ, Yahudi ve Hıristiyanlar
dışında kimseye uzanmıyor mu? Neden Budistler veya Hindularla diyalogunuz yok?
Hâttâ süper Hıristiyan güçler
dışında bir Hıristiyan ülke veya kitleyle bile diyalogunuz yok! Varsa yoksa
Vatikan ve ABD. Orada sizi cezbeden ‘Allah rızâsı mı’ yoksa para ve güç mü?
Hangi Hıristiyan’la Diyalog Kuracağız?
Hz. İsa’nın vahyine inanarak
mümin olan Hıristiyan la mı, yoksa İsa’dan yıllar sonra onun dinine girip bu
dindeki tevhit unsurlarını bir bir bertaraf ederek İsevi vahyi şirke bulaştıran Pavlus Hıristiyanlığı ile mi?
Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde
Hz. İsa beşerdir ve peygamberdir. Pavlus’un oluşturduğu kilise
Hıristiyanlığında ise Hz. İsa Tanrı’dır. Bugünkü Hıristiyanlıkta peygamber,
Pavlus’tur. Pavlus, kendisini Rabbin elçisi diye tanıtıyor. Kilisedeki sıfatı
budur. Hâlbuki Kur’an’a göre, ‘Rabbin elçisi’ sıfatı İsa’nın sıfatıdır.
Diyalogun temel hedefi Hıristiyanların Müslümanlaşmasını önlemektir.
Fakat Müslümanlar zayıflayıp Hıristiyan dünyaya muhtaç hale gelince diyalogda
maksat değiştirildi. Müslümanların Hıristiyanlaştırılması esas oldu. Batı, İslam dünyasına yüzlerce ölüm göstererek onun
yüreğini korkuyla dolduruyor, ardından da onu iki büyük ve ölümcül sıtmaya râzı
ediyor. Bu sıtmalardan biri AB-Vatikan patentli ‘Dinlerarası
Diyalog’
sıtması, ikincisi ise ABD patentli ‘Ilımlı
İslam’ sıtmasıdır.
ABD’nin ‘dine dayalı soğuk savaş siyasetleri’nin teorisyeni William
Christian Bullitt’tır.
Vatikan’ın 1960’larda
başlattığı ‘Dinlerarası Diyalog’ projesini, siyaset alanında ilk telaffuz eden
de Bullitt olmuştur. Ona
göre, “dinlerarası diyalog, Sovyetler
birliğine karşı kullanılacak en önemli silahlardan biridir.”
Diyalogun başını çeken CIA menşeli lider ise Evangelist papaz Frank
Buchman idi. Buchman, Allah ile aldatma
lügatinin önemli söylemlerinden birini kullanarak ünlü Şato’da topladığı her
dinden işbirlikçiyle Evangelist ABD egemenliğinin programını yürütüyordu.
Kullanılan başlık, ‘Moral Rearmament’ (Yeniden mânevî silahlanma) idi.
Evangelist Şato ayrıca, 1950’lerden başlayarak Türkiye’de bir dizi ‘Komünizmle
Mücadele Derneği’ örgütleyecektir. Bu derneklerin Allah ile aldatma tezgâhının en yaman
kuruluşları arasında olduğunu en iyi bilenlerden biri de bu satırların
yazarıdır.
Arkasından 1951 yılından başlayarak aynı merkezden güdülen ve aynı
amaca hizmet eden ‘İlim Yayma Cemiyetleri’
kurulup yaygınlaştırılacaktır.
İstanbul’da ‘Ekümenik
Patrikhane’ ad ve tabelasıyla bir Hıristiyan devletinin kurulması gününün
geldiği ilan edilmiştir. Yaşadığımız günler,
‘Ekümenik Patrikhane’ye ‘ekümenya’ yâni toprak hazırlamanın hızlandırıldığı günlerdir.
Vakıflar Yasası’nın, “Türkiye’nin bağımsızlığını tehdit edici
niteliktedir” gerekçesiyle veto edilmesine rağmen hiçbir yeri
değiştirilmeden yeniden çıkarılması rastlantı değildir.
33. ALLAH İLE ALDATMANIN ABD TEZGÂHI: ILIMLI İSLAM
ABD’nin Türkiye’de İslam
meselesine el atmasının tarihi 1940’lara gider. Atatürk ölür ölmez işe hemen el
koydular ve 1940’ların sonlarına doğru İnönü’nün mukavemetini kırdılar.
Türkiye’de ABD lehine ve
Türkiye aleyhine İslam-din tezgahı kurulmasına yâni ülkenin Allah ile aldatılma
sürecinin faal hale gelmesine ilk geçit veren, İsmet İnönü’dür. Cengiz Özakıncı şöyle bir değerlendirme yapıyor:
“Atatürk döneminin dinsiz,
Tanrıtanımaz, kafir, komünist olduğu iddiası Siyasal İslamcıların, ABD’nin
Türkiye’ye girdiği yıl başlattıkları ve bugüne kadar kesintisiz biçimde
sürdürdükleri yüz kızartıcı bir yalandı. Atatürk döneminde din özgür fakat
dinin siyasete alet edilmesi yasaktı. Türkiye ABD güdümüne girince, siyasal
İslamcılık ve dinin siyasete, ticarete alet edilmesi serbest bırakıldı.
‘Çocuklara okullarda din dersi verilmiyordu, şimdi din dersleri koyacağız’
diyenler yalan söylüyorlardı. Yapmak istedikleri, Atatürk döneminde okutulan
din dersi kitaplarını ortadan kaldırıp yerine Amerika’nın ve Amerikan
işbirlikçisi Siyasal İslamcıların işine yarayacak biçimde yeniden yazdırılacak
başka din dersi kitapları koymaktı.”
“1948 yılında İsmet
İnönü’nün millî eğitim bakanı, ilkokullarda okutulmak üzere Müslüman Çocuğunun
Din Kitabı adıyla bir ders kitabı yayınlayacak ve böylece ABD yardımlarını
sürmesi sağlanacaktır. Gelgelelim, bu kitap Atatürk döneminde okutulan din
dersi kitabının tersine, çocukları tarikatların ve hurafelerin tutsağına
dönüştürücü nitelikte olduğu için şimşekleri üzerine çekti. Öyle ki dönemin en
katı İslamcı yayın organı olan Sebilürreşad bile, CHP’nin yazdırdığı bu yeni
kitabı tarikatçılıkla suçluyordu. Amerika dinsel aydınlanma istemiyordu,
tersine, kendisine bağlı İslamcıların buyruklarına boyun eğerek ABD’nin
istediği her yere savaş için koşacak ve niçin gidiyorum diye sormayacak
kuşaklar yetiştirilmesini istiyordu.” (Özakıncı, İblisin Kıblesi, 179, 182-183)
1950’li yıllarda ABD, din
istismarının şampiyonu olan Demokrat Parti ve Menderes kadrosunu kullanarak
İslam meselesine fiilen el koymaya başladı.
ABD, Türkiye’deki Amerikan
okullarının 1930’lu yıllarda Atatürk tarafından kapatılmasının intikamını,
1950’li yıllarda Atatürk’e söven imamlar yetiştirilmesini destekleyerek
alıyordu. (Özakıncı, anılan eser, 33)
‘Din üzerinden Amerikancılık’,
1960’lı yıllarda İslam’a hizmetle Amerika’ya hizmeti eşitleyen’ ABD
İslamcılarını köşe başlarına oturtmaya başlamıştı. Gerekçe hazırdı: Komünizme karşı çıkmak, Allahsız Rusya tehdidini aşmak.
Bugün, iki binli yıllardayız.
Tarih ve Tanrı göstermiştir ki, Türkiye’nin sıkıntı ve felaketlerine sebep olan
esas ‘Allahsızlık’ Rusya’dan değil, ABD’den gelmiştir ve gelmeye devam
etmektedir.
Asırlardır, Hz. Muhammed’e ‘deccal’ diyen Haçlı güçlerle, yıllardır
Atatürk’e deccal diyen dinci tahripçiler kol kola girmişlerdi. İkisi de ‘deccal’a vuruyordu. Ama birilerinin deccalı Muhammed Mustafa, ötekilerininki Mustafa
Kemal’di. Ne yazık ki, Muhammed Mustafa’nın iman çocukları olduklarını iddia
edenler, ona deccal diyenlerle işbirliğinin farkında olmayan hainlerdi. Tarih,
ahmaklıkla hainliğin böylesine kesiştiği bir örneğe daha önce tanık olmamıştır.
ABD doğrudan bir şeriat devleti
isteğinin işe yaramadığını görmüştü. Yeni bir taktik özlemeye başladı. Ilımlı İslam bu yeni taktiğin
eseridir. Bu yeni dönemin Türkiye’deki toplum mühendisi, CIA’nın kurmaylarından
eski genel sekreter Graham
Fuller’dır. Ne var ki TSK, yine basiretini işletti ve Genelkurmay
Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Fuller’in Türkiye’de birtakım haltlar
karıştırdığını fark ederek bu adamı takibe aldırdı. ‘Ilımlı İslam’ tabiri, CIA’nın Orta Doğu masası
şefi Graham Fuller’e aittir.
‘Ilımlı’dan maksat, hoşgörü ve
insana saygı ise o, gerçek İslam’ın ta kendisidir. Ona yeni bir ad bulma cüret
ve kafirliğine ne gerek var? Gerçek İslam’ın insandan hoşgörü veya ‘itidal’
(ılımlılık) dilenmeye ihtiyacı olmaz. Oluyorsa ona ‘İslam’ denmez.
Neden Ilımlı İslâm-Fanatik İslam söyleminde inat ve ısrar ediliyor? İstendiği zaman okşanıp sömürülecek, istendiğinde
tokatlanıp itilecek ‘kimliksiz, sünepe, laçka, pelte, olmazsa olmazları
kesinleşmemiş’ bir sahte din yaratıp mensuplarını gerektiği biçim ve kıvamda
kullanmak. Ve gerektiğinde birbirinin üstüne salıp birbirine kırdırmak.
Batılı-Haçlı kurmaylar,
Türkiye’yi İslâm dünyasına ‘model’ göstermek üzere Ilımlı İslam ihanetini
pazarlarken dertleri Müslümanlar için model üretmek değil, İslam dünyasında
Atatürk sayesinde farklı hale gelen Türkiye’nin bu farklılığını ortadan
kaldırmaktır. Model göstermek adı altında yapılmak istenen, bizi model olmaktan
çıkarmaktır. Bizi model yapacak bir
zihniyet, “Atatürk’ten vazgeçin ki sizi içimize alalım” der mi? Derse
biz böyle bir zihniyetin namus ve iyi niyetine inanır mıyız?
34. ALLAH İLE ALDATANLARIN KORKULU RÜYASI: TÜRK ORDUSU
Devleti yönetme mevkiinde olan
sivillerin büyük çoğunluğu ne yazık ki, hiçbir devlet adamlığı eğitimi almamış
kişilerdir. Lise mezunlarının, hâttâ gece lisesinden terk kişilerin ve hâttâ
ilkokul mezunlarının yer aldığı kabinelerimiz az değildir. Bu insanların,
devlet bürokrasisinden gelen bazıları müstesna, devlet adamlığında, yönetsel
yetkinlikte, dünyayı ve bölgeyi tanıyıp değerlendirmede affedilemez eksikleri,
açıkları, yanlışları vardır. Günübirlik iş yaparlar ve genellikle, iyi yetişmiş
rakiplerinin güdümüne girerler.
Bu zatların; siyaset, hukuk
gibi kısmen devlet adamlığı yetkinliği veren disiplinlerden gelenleri de fazla
değildir. Kurmaylık eğitimi alanları ise hiç yoktur. MGK, işte bu noktada bir
boşluğu dolduruyor. MGK, devlet adamlığı,
jeopolitik, jeostrateji eğitimi almış yüksek rütbeli kurmayların katkılarıyla,
ülkenin meselelerini ülkenin çıkarlarına uygun olarak rapora bağlıyor ve bir
tavsiye olarak ülke yönetiminin önüne koyuyor.
MGK’nın, Kopenhag Kriterleri
bahane edilerek budanması AB yasaları açısından gerekli değildi. Çünkü benzeri güvenlik birimleri AB ülkelerinde de vardır.
Üstelik AB ülkelerinde, Türkiye’nin boğuştuğu temel sıkıntıların hemen hiçbiri
de yoktur. Bütün bunlar bilindiği halde, Türk Ordusu’ndan rahatsızlığı, ABD ve AB’den pek geri kalmayan içteki dinci ekipler,
MGK’yı budayıp kuşa çevirmiş, arkasından da,
“Gün bu gündür” zihniyetiyle TSK’yı yıpratmaya devam etmişlerdir.
Türkiye’nin AB serüveni, bir
anlamda, Türk Ordusu’nun, AB’ye üyelik nakaratıyla yıpratılma serüveni olarak
anılabilir.
Son yıllarda, bir dinci ve
ABD’ci cemaatin TSK’ya sızma yolunda ne oyunlar çevirdiğini ve bu cemaatin
Batılı güçler tarafından nasıl desteklendiğini tam bu noktada bir kez daha
anımsayalım.
Sözün özü şudur: Türk Ordusu, bin yılı
aşkın bir zamandır Ehlisalip (Hıristiyan emperyalist) güçlerin temel hücum
hedefi ve en korkulu rüyasıdır. Türk milletini Allah ile aldatan dış güçler,
son yüzyıl boyunca bir yandan Türk Ordusu’nun gücünden yararlanmak için
çırpınırken öte yandan bu büyük gücü çökertmek için her türlü oyunu
sergilemişlerdir. Şöyle de
denebilir:
Hıristiyan emperyalizmi için Türk
Silahlı Kuvvetleri, kendilerine yaradığı, hizmet ettiği sürece ‘mucizevî bir
güç’ olarak yüceltilen, kendilerine engel olucu tavırları sezildiğinde ise
çökertilmesi için ne gerekiyorsa yapılan bir kurumdur. Hangi yönden bakarsanız bakın, Batı için Türk Ordusu
‘Türkiye’nin en değerli ihraç malı’ ve ‘temel kudreti’ olarak görülmüştür. Bu temel güç ya onlarla birlikte olur ya da çökertilir.
AB’ye üyelik ve BOP sürecinde Türk Ordusu’nun, ‘en büyük engel’ olduğu
kanısına varıldığı için zayıflatılıp tasfiye edilmesi gerektiğine karar
verildi. Bu kararın uygulamaya konması için Türkiye içinde Ordu’dan rahatsız
olan ve onun etkisizleştirilmesini isteyen bir iktidar lazımdı. O da bulundu: AKP. AKP’nin bugün başbakan sıfatını taşıyan 2002
yılındaki yasaklı genel başkanı RT Erdoğan, ünlü mektubunda Paul Wolfowich’ten
Türk Ordusu ile kendisinin arasını uyuşturmasını istemekteydi.
4 Temmuz 2003 günü, Kuzey Irak’ta Süleymaniye kentinde askerlerimizin
başına çuval geçiren ABD güçlerinin savunmasını yapan Savunma Bakanı Donald
Rumsfeld, çuval olayının mazeretini bizzat RT Erdoğan’a (başkasına değil) şöyle
açıklamıştır: “Askerinizin başına çuval
geçirme olayı hükümete karşı değil, hükümetin emrini dinlemeyen bazı unsurlara
karşı yapılmıştır.”
Rumsfeld gibi kurt bir
politikacı, bu sözleriyle, Türk Ordusu’na düşmanlığını açıkladığı kişiyi de
memnun ettiğini düşünmeseydi böyle bir açıklamayı yapar mıydı?
Soğuk savaştan sonra esas
alınan ‘dünya haritasının tek süper güce ve onun gerçek stratejik müttefiki
İsrail’e göre ayarlanması ve uyarlanması’ siyasetleri, dünyada otuz-kırk yeni
devletin daha kurulmasını gerektiriyor. Bunlar, klâsik devlet teorilerinin
anladığı manada devletler olmayacaktır. Bunlar, adına ‘devlet’ dedikleri birer
kabile veya şeflik halinde kurulacak ve tek süper gücün veya onun destur
verdiği diğer süper güçlerin güdümünde olacaklardır.
1940’lardan beri hedef budur.
Bu hedef, 90’lı yılların başından itibaren açıkça telaffuz edilmeye başlandı.
1991 yılı Haziran ayında Almanya’nın Baden Baden bölgesinin Kara Ormanları’nda,
dünyaya yön vermesi düşünülen elitlerin toplandığı ‘Bilderberg’ toplantısında
dünyanın yüzlerce değil, binlerce devlete bölünmesi gerektiği açıkça gündem
yapılmıştır. David Rockefeller şöyle konuştu:
“Dünyada bin devlet
oluşturduğumuzda dünya daha mükemmel ve daha istikrarlı olacaktır. Halkların
kendilerini yönetme hakları, artık dünya bankerleri ve entellektüelleri olan
elitlerin otoritesi altına girecektir. Yüzyılımızda izleyeceğimiz strateji
budur.”
‘Osmanlıcılık ve Halifecilik’
vaadi ve söylemi işte bunun için öne çıkarılmıştır. Süper gücün planını hayata geçirecek olan iktidar ise yine
Allah ile aldatan bir iktidar olmalıydı. O da bulunmuştur: AKP. Necmeddin Erbakan
yoklanmış ama onun emperyalizme geçit vermek niyeti olmadığı görülmüştür.
Erbakan, ‘öz evlatları’ eliyle arkadan vurulup alaşağı edilerek yerine Recep
Tayyip AKP’si konmuştur.
Halifelik-Osmanlıcılık
vaatlerinin ilk yararı, temel direnç kaynağı olan Mustafa Kemal mirasının
çökertilmesidir.
35. ALLAH İLE ALDATMANIN İSTANBUL’U BİZANSLAŞTIRMA OPERASYONU
“Dünya tek bir devlet olsa, başkenti İstanbul olurdu” -Napolyon-
Müslüman İstanbul’u ‘Yeni
Roma’ya veya ‘Hıristiyan Konstantinopolis’e dönüştürme gayretlerinin sürüp
giden kısa ama ibretlerle dolu serüvenine bir göz atalım:
Sevr günlerinde ABD Başkanı
Wilson, Osmanlı padişahının İstanbul’dan çıkarılmasını ve sadece İstanbul’un
değil, bütün Trakya’nın Türklerden boşaltılmasını istemiştir. Bu öneri üzerine
İstanbul’a yeni bir ad konmuştu: ‘Uluslararası İstanbul Devleti’
İngiliz Başbakanı Lloyd George,
aynı konuyu gündeme getirirken Türkleri ‘bir veba ve bela’ olarak niteliyor,
Avrupa topraklarından mutlaka çıkarılmaları gerektiğini söylüyordu. Bunu
fırsatı ganimet bilen o günkü Patrik Vekili Dorotheos, 14 Şubat 1920 günlü
mektubuyla Lloyd George’u destekliyor ve gerekenin yapılması için ricalarını
iletiyordu. (bk. Somuncuoğlu, İstanbul’da Yeni Roma İmparatorluğu, 152)
Koca Osmanlı İmparatorluğu’nu
paylaşmakta zorluk çekmeyenler söz İstanbul’a geldiğinde birbirine girmekteydi.
Bunun için, İstanbul’u ‘ortak bir Hıristiyan kenti’ yapmayı yeğlediler. Bunun
en kestirme ve kolay yolu ise Patrikhane’yi ekümenikleştirerek Sur içi
İstanbul’da bir Hıristiyan din devleti kurmak olarak belirlendi.
36. ALLAH İLE ALDATMANIN İNKÂR CEPHESİ
Allah ile aldatmanın iki cephesi var: İnkâr ve istismar. Bu gerçek bizi iki olgunun altını çizmeye itiyor:
1. Türkiye’de dinden nefret
edenlerin sataştıkları ve etkisiz kılmaya çalıştıkları kişiler, dinî istismar
edip nefret unsuru haline getirenler değil, dinî her türlü istismar ve
rezilliğin üstüne çıkarıp sevgi ve saygı unsuru haline getirenlerdir.
2. Türkiye’de din ve mukaddesat
sömürüsü yapanların sataştıkları ve etkisiz kılmaya çalıştıkları kişiler,
dinsizler-imansızlar, Allah ve Muhammed düşmanları değil, dinin Kur’ansal
yapısını ortaya koyan ve hurafeye karşı duran kişilerdir.
Damat Ferit, Türk Kurtuluş
Savaşı’na karşı çıkmış, bu savaşın öncülerini, gazilerini, şehitlerini Haçlı
işgalciler lehine lanetlemiş, yok etmeye çalışmıştır. Damat Ferit bu hâliyle
aynı zamanda bir sembol olmuştur.
“Zaman değişti” söylemine,
bazıları ise sâdece “Değiştim” nutkuna sığınmaktadır. Türk dilinde ‘değişmek’
sözü, bunlar yüzünden ‘dönekleşmek’ anlamına gelir oldu.
Damat Ferit edebiyatının (veya fesadının) temel nitelikleri şöyle
sıralanabilir:
1. Mandacılık: Batı veya Doğu dünyasından bir ülkenin
uydusu, uşağı, hâttâ tutsağı olmayı isterler. Bağımsızlık bunları ışığın
yarasayı rahatsız ettiği gibi rahatsız eder.
2. Dışarıdan
icazet ve destek: İçerideki
kurumlarla asla barışık değillerdir. Halkla da barışık değillerdir. Halktan oy
almak için Allah ile veya güncel bazı kavramlarla aldatmalar yapıp oyu
kaptıktan sonra halkı âdeta leş gibi görür, ayaklarıyla bir kenara iterler.
Esas hizmetleri, dışarıdan kotarılan para ve güç odaklarıyla bunların bağlı
olduğu dış ülkeleredir. Özellikle Hıristiyan Batı ülkelerine.
37. KALDIKLARI YERDEN DEVAM EDİYORLAR
İtalyan gazeteci-yazar Marcello Foa (İl Giormale gazetesinden naklen
Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet gazetesi, 1 Eylül 2007) Türkiye’nin son günlerini
değerlendirirken şunları yazıyor:
“AKP görülmemiş bir güç
tekeline sâhip. Mutlak çoğunluk, Meclis Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı ellerinde.
Lâik değerlerin üç direğinden biri (cumhurbaşkanlığı) yıkıldı. Aleni bir
İslamcı, cumhurbaşkanı oldu. Gül’ün bu ayrıcalığı, ‘nihai hedef’e varmak için
kullanmayacağını düşünmek safdilliktir.
Başlangıçta tepki alan büyük
jestler, deklarasyonlar yapılmayacak. Geçiş yumuşak olacak. İzlenen çizginin
başarısını gören Gül’ün acelesi yok. Yürünen yolda devam etmek yeterli. Bir
sonraki hedef, kalan iki kaleye, anayasa Mahkemesi ile Silahlı Kuvvetler’e
nüfuz etmek olacak. Final belli.”
Türk
düşmanlarından biri olan amiral Calthorpe’un yardımcısı Amiral Webb, İngiliz
dışişleri bakanlığına yazdığı 19 Ocak 1919 tarihli raporda şöyle diyordu:
“Halife elimizin altında
bulunduğu sürece, İslam dünyasında bir denetleme aracına sahibiz demektir.
Halife-pâdişah (Vahdettin) bizi buraya (İstanbul’a) yerleştirmek istiyor.”
İşte Haçlının halife isteminin
arka planı. Hıyanetin baş yılanı ve Allah’ı
İngiltere’yle eş değerde tutan Damat Ferit, aynı yılın 5 Mart’ında yüksek
komiserlik danışmanı Hohler’e şunu yazma alçaklığını gösteriyordu: “Bütün umudumuz Allah’ta ve İngiltere’de. İstediğiniz
herkesi tutuklamaya hazırım.”
1922 yılıHaziranında,
Kurtuluş’un gerçekleşme noktasına geldiğinin görüldüğü günlerin İstanbul’unda
Pera Palas’ta karargâh kurmuş Haçlı komutan Yüzbaşı Amstrong’a, Şehzade Sami eliyle Padişah
Vahdettin’in bir mesajı iletilir. ‘Türklerin
Padişahı ve Müslümanların Halifesi’ unvanını taşıyan Vahdettin’in, Haçlı subaya
tazarrunamesi şu utanç verici satırlardan oluşuyor:
“Mustafa Kemal ve arkadaşları
ihtilalcidirler. Bunlar sizin ve benim düşmanlarımdır. Asidirler. Türkiye’yi
yalnız siz kurtarabilirsiniz. Ben sizin dostunuzum. Ne isterseniz size vermeye
hazırım. Halbuki siz Ankara’dan bir şey alamazsınız. İsterseniz saltanatı ve
hilafeti kurtarabilirsiniz. Bana yardım için 4 milyon sterlin borç veriniz.
Size mal vererek bu borcu öderim. Ankara’yı tanımayın, barışı benimle yapın.
Propaganda yapmam için uçak, adamlarımı korumam için bir savaş gemisi verin.
Bursa’ya gider herkesi etrafıma toplarım. Halk benim davetime koşar. Boğazları
açık tutarım. Halife olarak sizin lehinizde çalışırım. Çünkü siz müminlerin
savunucususunuz. Onlar da size bağlı uyruklar olarak kalacaklardır.
Ankaradakiler katil adamlardır. Moskova’nın tesiri altındadırlar.”
38. LAİKLİĞE SALDIRIYI KİM KOTARIYOR?
Laikliği tahrip operasyonlarını
bugün artık, bazılarının sandığı gibi içteki dinci odaklar kotarmıyor. Böyle
zannedenler aldanış içindedirler.
Laikliğe saldırıyı
emperyalizmin Haçlı kurmayları kotarıyor. Müslüman’a burada verilen rol, sâdece
bu kotarımın piyonluğunu üstlenmek ve Allah ile aldatma ihtiyacını gidermede
taşaronluk yapmaktır.
Batı’nın laiklik üzerinden
oynadığı oyunun arka planında, ekümenikliğini sağlamaya çalıştıkları
Patrikhane’ye destek var.
AB ve ABD kurmayları, “Türkiye’de
uygulanan laiklik dinsel özgürlüklerin yeterince yaşanmasına engel oluşturuyor”
demiyorlar mı? Peki, bu noktada en büyük şikâyet konusu olan türban,
mahkemeleriniz önüne geldiğinde neden ittifakla ‘yasak’ kararı verdiniz?
Verdiniz, çünkü sizin derdiniz Müslümanlar
değil. Sizin derdiniz, ‘dinsel özgürlük nağmeleri döktürerek Patrikhaneye
ekümeniklik kazandırıp Sur içi İstanbul’da, Fatih’in kemikleri üstünde bir
Ortodoks din devleti kurmak ve bunun hizmetinde ajan yetiştirmek üzere de
Heybeliada’daki papaz mektebini açtırmak.
Laiklik düşmanlığından bizimkilere zerre kadar yarar gelmez. Bunların
bağırıp çağırmalarının tümü, Hıristiyan emperyalizminin değirmenine su taşımaya
yarıyor.
Laiklik konusunda altı
çizilmesi ve üzerinde ısrarla durulması gereken gelişmelerden biri de İran eski
Devlet Başkanı Hatemi’nin, daha çok laiklik-İslam ilişkisi üzerinde yoğunlaşan
tarihi röportajı oldu. NTV’nin, bir programla ekrana getirdiği Hatemi
röportajı, bence son yılların en önemli gelişmelerinden biridir.
İran gibi, laikliğin baş düşmanı olarak gösterilen bir ülkenin devlet
başkanı Hatemi’nin, İslâm ile laikliğin bağdaştığını gösteren konuşması söz
konusuydu.
Bize göre, Hatemi’nin,
laiklikle ilgili tespitlerini açık yüreklilikle ortaya koymak suretiyle gelenekçi
İslam coğrafyalarında yaptığı iş, Gorbaçov’un Rusya’da yaptığının bir
benzeridir. Hâttâ, sergilenen cesaret dikkate alındığında Gorbaçov’un
yaptığından daha da zor bir iştir.
Siyaset dinciliğinin pervasız borazanları, ufkunu asla
kavrayamayacakları Hatemi’ye daha o konuşmanın yayınlandığı gün saldırmaya
başladılar.
Hatemi’nin laiklikle ilgili
saptamaları, laikliğin beşiği bir ülkenin, Fransa’nın devlet başkanı Chirac’ın,
türban krizi münasebetiyle yaptığı tarihsel laiklik konuşmasıyla da ilginç
paralellikler belirtiyor. Fransız
Devlet Başkanı Jacques Chirac, kısa bir özetini vereceğimiz tarihsel
konuşmasında laikliğin yerini, anlamını, önemini, biraz da tanımını şu
satırlarla belirtiyor:
“Anayasamızın temel direği
laikliktir. Laiklik ilkesi, saygı, diyalog ve hoşgörü içinde beraberce yaşama
isteğimizi ifade etmektedir. Laiklik bilinç özgürlüğünü garantiler. İnanma veya
inanmama özgürlüğünü korur. Her birimize, inancını; huzurlu, özgür, diğer
inançlar tarafından baskı yapılması tehlikesi olmaksızın ifade etme ve
uygulamayı sağlar.”
“Laiklik, farklı dinlerin
uyumlu birlikteliğini sağlayan kamu alanı tarafsızlığıdır. Ortak kurallar
tartışma konusu yapılamaz.
“Laiklik ilkesinin sulandırılmış bir algılanışının arkasına
sığınan bâzı kimselerin, cumhuriyetimizin, cinslerin eşitliği ve kadınların
saygınlığı gibi kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışmalarını kabul edemeyiz.” (Cumhuriyette
Laiklik İlkesi başlıklı konuşma, Elysee Sarayı, 17 Aralık 2003)
İran Devlet Başkanı Muhammed Hatemi, İslam-laiklik uyuşumunu, hâttâ bir
ölçüde İslam-laiklik kucaklaşmasının kaçınılmazlığını şu sözlerle tarihin ve
insanlığın önüne koyuyor:
“İslam ile laiklik ve demokrasi kesinlikle uyuşur. Demokrasi
bir yoldur ve yönetimin halkın oylarına dayanmasıdır.”
“Egemenliğin halkın elinde olması
gerekir. Halkın istediği gücü yönetime getirmesi, istemediği zaman da onu
zorbalıkla karşılaşmadan yönetimden alması gerekir.”
“İslami değerlere
inanılabilir, ancak iktidarlar halkın isteklerine göre hareket etmek
zorundadır.”
“Laisizm, toplumun hiçbir
hedef ve yönü olmadığı anlamına gelmiyor; dinin ve dinsel değerlerin kamu
alanına girmemesi gerektiğini söylüyor.”
“Batı’da laiklik dine karşı
olma anlamına gelmiyor. Toplum dinden yana olabilir, dinsel değerlere sâhip
olabilir; aynı zamanda lâik de olabilir. Bu durumda laiklik, dine karşı
olmasa bile bizim ülkelerimizde yanlış anlaşılıyor.”
Hatemi’yi ve Chiac’ı saygıyla selamlıyorum!
Allah ile aldatanların ilk
saldırı hedefleri ve din adına en çok sövüp saydıkları değer, laikliktir.
Neden? Çünkü Müslüman dünya için uyanış, diriliş, demokrasi ve özgürlüğün ilk
şartı laikliktir. Allah ile aldatanlarsa bunların hiçbirini istememektedir.
Allah ile aldatanların Atatürk
karşıtlığının sebebi de Atatürk’ün asırlardır beklenen uyanışı getirmiş
olmasıdır.
Sözün burasında, laikliği
yanlış okumanın zararlarına ilk dikkat çeken aydınlardan biri olan rahmetli Prof. Dr. Ahmet Taner
Kışlalı’nın bir yazısından üç dört paragrafı, onun aziz hatırasına saygının bir
ifadesi olarak buraya almak istiyorum. Cumhuriyet gazetesinde 1998’de yazdığı
‘Atatürk ve Din’ başlıklı yazısında şu satırlar da var:
“Çok ilginç bir şekilde,
sağın ve solun yobazları, ‘Atatürk ve din’ konusundaki yorumda buluşuyorlar:
‘Laiklik Hıristiyanlık ile bağdaşır, ama İslam ile bağdaşmaz... Atatürk dine
karşı idi... Herkesin yapması gereken temel bir tercih’ var. Ya dinî
seçeceksiniz ya da laikliği!”
“Sağ yobazlara göre, en
büyük düşman laikler değil, ‘Ben Müslümanım ve aynı zamanda da laiklikten
yanayım’ diyenler. Sol yobazlara göre de dinciler içtenlikli ve tutarlı. Ama
hem dine saygılı hem de lâik olduklarını öne sürenler, ya içtenliksiz ya da
tutarsız.”
39. ALLAH İLE ALDATMANIN EMPERYALİZMLE İŞBİRLİĞİ
AKP döneminde Türkiye’yi örtülü bir manda haline getiren onlarca icraat
yapıldı; Türkiye’nin onlarca temel
stratejik kurumu yabancılara satıldı. Bununla da yetinilmedi, Batılı güçlerin
dayatmasıyla, bir Vakıflar Yasası çıkarılarak Türkiye’deki gayrimüslim
azınlıkları birer dükalığa dönüştürmenin yolu açıldı.
Allah ile aldatan ekiplerin bu kanun karşısındaki suskunluğu, gazeteci-yazar
Sabahattin Önkibar’ın ‘Vakıflar
Yasası’na Suskun Kalan İslamcı Mandacılar!’ başlıklı yazısında çok sarsıcı veibret
verici cümlelerle irdelenmiş:
“Köşkün
onayına sunulan yeni Vakıflar Yasası egemenlik hakkının devridir. Sömürge
yasasıdır. Lozan’ın delinmesidir. Yeni bir Sevr’e kapı aralamadır.”
“Bu kanun ABD istedi diye
yapılmıştır. AB dayattı diye düzenlenmiştir. Yunanistan sevinsin diye
dayatılmıştır. Bu yasa ile Hıristiyan vakıflar Türkiye’de bağımsız adacıklar
kuracaktır. Bu yasa ile İstanbul Sur içi bölge, Ortodoksların Yeni Vatikan’ı
olacaktır.”
“Olmaz, olamaz demeyin,
çıkarılan yasa ile böyle bir imtiyaz altın tepside sunuluyor. Peki, AKP bunu
bilmeden mi yapıyor! Elbette biliyor ama çaresiz. AKP teslim alınmış durumda!
İktidarım sürsün diye Osmanlı’nın son dönemi misali dayatılan her şeyi kabul
ediyor. Tarih âdeta tekerrür ediyor ve Osmanlı’nın batış günleri kare kare
yeniden sahneye konuyor. Oyun ve senaryolar aynı.”
Hal bu iken ve AKP teslim
alınmış iken kendine İslamcı diyen o sözde mukaddesatçılar ne mi yapıyor? Varsa yoksa iktidar olsunlar yeter. Onların mukaddesatı kendi
çıkarları. Onların kutsalı devletin
kurumlarını işgal ideolojileri.
Batı, başkaları için bir şeyi
öne çıkarıyor, kendisi için başka bir şeyi. Söylediği ile yaptığı sürekli
farklı. Batı neden sürekli ‘küresellik’ diyor, neoliberalizm diyor, serbest
piyasa diyor, devletin küçülmesi diyor, merkezi otoritenin zayıflatılmasını
istiyor? Neden tüm bunları çağdaşlığın, ilerlemenin, modernleşmenin alameti
farikası sayıyor da kendisi hiçbirini uygulamıyor? Örneğin, “Ulus devlet
dönemi bitti, ulus devlet bir geriliktir; ondan vazgeçin” diyor ama kendisi
ulus devlet anlayışını dibine kadar uyguluyor.
Zulme hizmetçilik yapanların
aydınlıktan, ışıktan söz etmeleri cüretle nasipsizliğin birleşiminden başka bir
şey ifâde etmez, 2008 Mart ayında açılan
AKP’yi kapatma davası ile ilgili tartışmalar sırasında Allah ile aldatanların
bu cüret-nasipsizlik karmasını yaşadıklarına tanık olduk. ABD ve AB zulüm
kodamanlarının bu konuda onlara verdikleri yoğun destek de ibretle kayda
geçirilmesi gereken bir başka kanıttır.
40. SİYASAL İSLAM-EVANGELİZM BİRLİKTELİĞİ
Siyasal İslam-Hıristiyan-Evangelism birlikteliği de diyebiliriz. Ne
ilginç kaderdir ki, yürüyüp giden Haçlı-Hilâl savaşında iki taraf da Haçlı
çıkarı için çalışıyor. Peki, nasıl iştir bu?
Şöyle bir iştir:
Günümüz dünyasında, siyasal
İslam denen ‘İslam’ı kemirici illet’ ile Haçlı çıkarları akıl almaz bir
beraberlik kurmuş durumdalar. Siyasal İslam,
Haçlı hesapları için çalışır hale getirilmiştir veya gelmiştir.
Gücü, parayı oyu, sloganı,
halkı kandırmada kullanılacak tüm unsurları Müslümanlardan alan siyasal İslam,
hizmeti Haçlılara veriyor. Hem de kaşınızın üstünde gözünüz var demeden;
incinmesinler, gücenmesinler diye büyük özen göstererek. Son ABD seçimlerinin
ortaya koyduğu sonucun şu olduğunda dünyanın ittifakı var:
Bush, İsa’nın misyonunu
hedefine taşıyan ve İsa’dan işaret alarak hareket eden bir Evangelist
kurmaydır. Bunun siyaset
ve diplomasi diline çevirisi şöyle olur:
Bush’un arkasındaki güç,
Evangelist köktendinciliğidir. O halde, Bush’un kavgası, bu gücün kavga etmesi
beklenen karşı güçtür. O karşı gücün adı İslam’dır. Evangelizmin en büyük
düşmanı İslam’dır.
“Irak yeni bir Vietnam mı?”
diye soranlar var. Ne münasebet! Vietnam’da köktendincilik savaşı yoktu. Oysaki Irak’taki savaş, Haçlı köktendinciliğinin İslam’a
karşı savaşıdır. Petrol, ikinci sırada bir beklenti.
Fransız Devlet Başkanı Jaques
Chirac, Müslüman Türkiye’yi de kastederek “Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız!”
dedi.
Ben şahsen Bizans’ın çocuğu
değilim. Ama bu ülkede, kendini Bizans’ın çocuğu sayanlar ve bundan gurur
duyanlar olduğunu biliyorum.
41. ALLAH İLE ALDATANLARIN MUSTAFA KEMAL’E NANKÖRLÜĞÜ
“Mısır’da on bir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha
kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık
da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de,
hürriyetçilik de Türkiye’de. Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin!” -Mehmet Akif Ersoy-
Mehmet Akif’in Atatürk konusunda
geldiği son nokta budur. Ona yakışan bir
idrakin getirdiği noktadır bu. Allah ile aldatanların, Akif’i, Atatürk’e karşı gibi gösterme
gayretleri çok yoğun olmuştur. Bir yandan
Akif aleyhine, Çanakkale’de çarpışan Türk askerlerini Peygamberimizin Bedir
Harbi şehit ve gazilerine benzettiği için ‘İslamdışılık’ fetvası çıkaranlar,
öte yandan onu Atatürk’e karşı kullanabilmenin yolunu aramış ve bu uğursuz
çabalarına yine Akif’in dindarlığını alet etmişlerdir.
Akif, Kurtuluş Savaşı’nda
gayretleriyle Atatürk’ün yanındaydı, İslam konusunda da düşünceleriyle onun
yanındadır. Bu gerçek bugüne kadar layıkıyla ortaya konmamışsa bu, Allah ile
aldatanların oyunlarından çok kendilerini ‘Atatürkçü’ olarak tanıtanların
lakaytlıkları yüzünden olmuştur. Çünkü onlara göre de “Akif bir yobazdı.”
“Komünizm geliyor” yaygarasıyla
Türkiye’yi ürkütüp yarattığı Yeşil Kuşak İslamı ile bizi Demir Perde’ye karşı
bedava şövalye olarak kullanan Haçlı Batı, şimdi aynı şeyi ‘Ilımlı İslam’
slogan ve projesiyle yapıyor. Tek fark, Türkiye’nin bu kez, gayrı Müslimlere
karşı değil, doğrudan doğruya İslam alemine karşı kullanılmasıdır.
“Bizi İslam dünyasına model
yapacaksanız bu modelin kaynağı olan mirasın yaratıcısına neden savaş açmış
durumdasınız? Neden Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçin diye avazınız çıktığı
kadar bağırıyorsunuz?”
“İslam coğrafyasındaki
ülkeler tabii ki lâik ve demokratik Türkiye’den ders alabilirler. Ama bugünkü
Türkiye yerine 1930’ların Türkiyesine bakarlarsa ve o Türkiye’nin bu hale nasıl
geldiğini incelerlerse. Bunu yaparlarsa kendilerini düzeltecek daha birçok şey
öğrenebilirler.”
42. ALLAH İLE ALDATANLARINKURTULUŞ SAVAŞI’NI KİRLETME OPERASYONU
Kurtuluş Savaşı, ABD açısından,
Huntington tezini yalanladığı için, AB açısından da kendilerini tokatlayıp
hayallerini yıktığı için, kirletilmesi gereken bir ‘düşman olay’dır. Bilindiği
gibi, Huntington, daha doğrusu ABD, medeniyetleri çatıştırmak ve Doğu’nun Batı
uygarlığından yararlanmasını engellemek peşindedir.
Huntington’a göre, Batı’nın bugün temsil ettiği değerler sâdece
Batı’nındır; dünyanın ortak malı değildir.
Batı bu değerleri üretmede tek ve biricik olduğu gibi, bunlardan yararlanmada
da tek hak sahibidir. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, bunun faturasını
ödemek zorundadırlar. Bu değerleri Batı’ya fatura ödemeden yararlanma alanına
sokmak hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir. İslâm dünyası, Haçlı Batı’ya tüm
servet ve kaynaklarını verse de (ki büyük ölçüde vermiştir) bu olgu ve iddia
değişmez.
Atatürk bu savı, bu inadı, bu egoizmi kırmıştır. Şunu göstermiştir ki:
Atatürk bu savı, bu inadı, bu egoizmi kırmıştır. Şunu göstermiştir ki:
Evrensel bilim ve fikir
değerlerinin esas sahipleri Doğululardı. Atatürk bu değerlere ‘maneviyat’ diyor
ve ‘Doğu maneviyatı’ tabirini gündeme getiriyor. Atatürk’e göre, biz esasında
Doğu maneviyatına bağlıyız.
Atatürk’ün Pakistan’daki fikirdaşı, Müslüman düşünür Muhammed İkbal
(Atatürk’le aynı yılda öldü), bu noktanın altını çizerken şu yolda konuşuyor:
Batı’nın bugün sâhip bulunduğu
ve kendisini öne çıkaran değerleri biz ondan almaya kalktığımızda yaptığımız
iş, o değerlerin esas sahipleri olan Müslüman ecdadımızın malını-mirasını geri
almaktır. Bu yüzden biz, Batı’daki evrensel
değerleri alırken aşağılık kompleksine düşmeye mecbur değiliz. O değerler, temelde bizim atalarımızın ürettiği ve Batı’ya
kaptırdığı değerlerdir. Bu değerler Batı’dan geri alınmalı ve ardından da
Batı’nın zulüm ve hegemonyasını yıkmak için kullanılmalıdır.
Atatürk bunun teorisini yapmakla kalmamış, uygulamasını da göstermiş ve
tam başarıyla uygulamıştır. Bu gün bu işi, bir
ölçüde Çin yapmaktadır. Atatürk’ün Çin’de yıllardan beri ders gibi okutulması
boşuna değildir. Çin dehası, reçeteyi tam göbekten yakalamıştır. Yakalamış ve
getirisini elde etmiştir. Çin, esas değerler sahibinin Doğu olduğunu ispatlama
noktasına gelerek, Atlantik İmparatorluğu’nu bunalıma sokmuştur. Atatürk, işte bu oluşumların ilk ve unutulmaz öncüsüdür.
43. ALLAH İLE ALDATMANIN BÖLÜCÜLÜĞE DESTEK İÇİN KULLANILMASI
1. Marksist bir örgüt olan
PKK’nın Marksist başını kopararak örgütü ABD’nin kapitalist-emperyalist
vadisine çekmiştir,
2. Öcalan’ı Türkiye’ye teslim
ederek Türkiye’nin ‘gönlünü almıştır’,
3 .Öcalan’ın idam edilmemesini
şart koşarak PKK ve onu seven Kürt unsurların kalbinin kırılmasını önlemiştir.
4. Örgütü Marksist
karakterinden uzaklaştırarak dinî hassasiyeti olan Kürt unsurların ona sıcak
bakmasını sağlamıştır.
ABD, bir yandan bunları
yaparken, bir yandan da, PKK’nın dinle irtibatının kurulmasından rahatsız
olmayacak bir iktidarın işbaşına getirilmesini sağlamış ve Allah ile aldatmanın
saltanat kurumu olan AKP siyaset dinciliğini, Türkiye’deki işbirlikçilerinin de
desteğiyle Cumhuriyet Türkiyesi’nin yönetimine getirmiştir.
27 Mayıs 2008 günü, gazetelerin
internet sitelerine düşen şu haberle bir kez daha doğrulandı:
“APO talimat
verdi: İlahiyat akademisi kurun. İmralıdan terör örgütüne talimatlar yağdıran
Öcalan’dan son bomba: ‘Peygamberler şehri Urfa’ya ilahiyat akademisi kurun!
Urfa peygamberler diyarıdır, halkı inançlıdır, din doğru öğrenilmelidir. Bunun
için bir ilahiyat akademisini oraya kurabilmelidir. Ben de dinî ta Hz.
İbrahim’den alıp günümüze getiriyorum, çözümleme yapıyorum.” (Hürriyet internet
sitesi, 27 Mart 2008)
44. KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ŞARTLARI İÇİNDEYİZ!
Türkiye bugün Kurtuluş
Savaşı’nın şartları içindedir. Türkiye’nin yarınları ve tarihsel misyonu için
kotarılacak bugünkü siyasetler, Kurtuluş Savaşı’nın bir devamı olmaları
gerektiğini unutamazlar. Unuturlarsa ‘Türkiye için siyaset’ iddiaları bir
yalandan ibaret kalır.
Bugünkü Türkiye’de bilhassa
aydın ve sanayici denen zümre, Batı’ya sığınmak dışında bir çaremizin
olmadığını, Batı’ya teslim olmaksızın bizim adam olamayacağımızı,
kalkınamayacağımızı bağıra bağıra söylemiyorlar mı?
Bu zevat, AB’ye IMF’ye en küçük bir eleştiri getirenleri çağdışı ilan etmiyorlar mı?
Bugünün dinci iktidarı bile, yıllarca sövdüğü bu Batılı odaklara, bugün iktidar ve çıkar uğruna kurduğu işbirlikleri yüzünden bir tür kurtarıcı şefaat kaynağı gibi bakmıyor mu?
Bu zevat, AB’ye IMF’ye en küçük bir eleştiri getirenleri çağdışı ilan etmiyorlar mı?
Bugünün dinci iktidarı bile, yıllarca sövdüğü bu Batılı odaklara, bugün iktidar ve çıkar uğruna kurduğu işbirlikleri yüzünden bir tür kurtarıcı şefaat kaynağı gibi bakmıyor mu?
Bu soruların tümünün cevabı
‘Evet’tir.
Bu demektir ki, bugünkü Türkiye, bundan 80 küsur yıl önce verdiğimiz İstiklal Harbi’nin şartları içindedir; hâttâ o şartlardan daha kötü şartlar içindedir.
Bu demektir ki, bugünkü Türkiye, bundan 80 küsur yıl önce verdiğimiz İstiklal Harbi’nin şartları içindedir; hâttâ o şartlardan daha kötü şartlar içindedir.
Onurlu bir kurtuluş getirecek
siyasetin ilk şartı millete yalan söylememek, olup bitenleri, ne durumda
olduğumuzu halka mertçe bildirmek, kitleleri derin dip dalgalarının
kabarmasıyla ayağa kaldırmak ve milleti sahte refah ve rahatlık vaatleriyle
aldatıp oy almaya tenezzül etmemektir. Böyle bir tenezzül en büyük alçaklıktır.
Bu tenezzülden uzak durarak siyaseten başarısız olmaksa, tarihin ve Tanrı’nın
taçlandıracağı en büyük onur ve ödül olacaktır.
Türkiye’de bugün belirgin biçimde dayatılan tek tez Allah ile aldatma
veya Siyasal İslam tezidir. Atatürk mirası, bütün ihtişamına rağmen, bir tez
olmaktan çıkarılmış bulunuyor. İç ve dış hıyanetler, Türkiye’ye oynanan bu
oyunda ne yazık ki, başarılı olmuştur.
Kelimeleri özenle seçerek söylüyorum, Türk
siyasetinin, sırasıyla; imansızlıkları, gafletleri, dalaletleri,
nefsaniyetleri, ciddiyetsizlikleri, tutarsızlıkları, kirlilikleri işi bu
noktaya getirdi. O halde, çözüm bu siyasetlerle olmaz.
Daha net söyleyelim: Aydınlık ve kurtuluşu yeniden tez haline
getirebilmek için iki zihniyetin işe karıştırılmaması lazımdır:
1. İslam’ın gerçeğinden
rahatsız olan zihniyet,
2. İslam’ın tümünden rahatsız
olan zihniyet.
Çare, Muhammed ile Mustafa’nın
birlikteliğini, tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, kurmaktır.
KAYNAKÇA
İle
ALLAH İLE ALDATMAK / Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, 17. Baskı,
Yeni Boyut: 43, Birinci Baskı: Nisan 2008 kitabından Yararlanan Halit
Yıldırım’ın, 11 Haziran 2008 tarihli derlemesi (kitap özeti).
M. Kemal Adal
23 Şubat 2014 / İZMİR
DUYURU
ALLAH İLE ALDATMAK-Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk - ÖZET E KİTAP - (MKA) pdf FORMATLI OLARAK AŞAĞIDAKİ LİNKTEN İNDİREBİLİRSİNİZ.
M. Kemal Adal
29. Ocak. 2016 / İZMİR
***
Oysa bir anlamda “kamu” gibi genel halk ve umumi insanlık adına –ki Allah, Kitap, Peygamber gelmiş geçmiş en büyük insanlık davasıdır- konuşan din aliminin (aydının / entelektüelin) egemenler, iktidarlar ve otoriteler karşısında muhalif durması gerekir.
Günümüzde bunun ifadesi olmaya en yatkın olanlar yazarlar, şairler, sanatçılar ve din alimleridir. “Egemene” yönelik eleştiriler bir ülkede bunlardan gelmiyorsa, bunlar da egemenin borazanı haline gelmişse o ülkede “ma’şeri vicdan” ölmüş demektir.
Bir millet dibe vurduğunda içinden cesur yazarlar, haykıran şairler, yaratıcı sanatçılar ve muhalif alimler çıkaramıyorsa, o milletin tarihten çekilme sürecine girdiğine yani canının çıktığına hükmedebilirsiniz. Çünkü yazar düşündürür, şair heyecanlandırır, sanatçı yaratır, alim de ışık tutar, yol gösterir. Siyasetçiler ve askerler de böylesi düşüncelerin, heyecanların, yaratımların peşine düşer. Böylece millet statükolarını aşar, kalıplarını kırar ve özgürlüklere yelken açar. Geçmişe bakın, hep böyle olmuştur.
Bu nedenledir ki bir ülkede aydın, entelektüel, alim vs. diye “en egemen” kim veya neyse onu eleştirebilene denir. Egemene sokularak meşruiyet arayan olsa olsa dalkavuk olur. Bu nedenle benim görüşüm odur ki başımızda Hz. Ebubekir bile olsa alim muhalif duruşunu korumalıdır. Çünkü başında kim olursa olsun iktidar ve egemenlik doğası gereği daima eleştiriye muhtaçtır.
***
Müslüman bilinçte “Bel’am” olarak yerleşen din adamı karakterinin, sultan, iktidar, güç, servet ve özellikle de siyasal iktidar ile irtibatlandırılması boşuna değil. Çünkü bu çağrışımların “Kitap’ta” yeri var;
“Onlara anlat… Hani bir adam vardı: Ayetlerimizi çok iyi bildiği halde onları bir kenara atmıştı. Şeytana uymuş ve sonunda iyice azmıştı. Lâyık görseydik onu bildiği ayetler sayesinde yükseltirdik. Fakat gözünü güç ve iktidar hırsı bürümüş, heva ve hevesine fena kapılmıştı. Bu gibilerin durumu tıpkı köpeğe benzer; üstüne varsan da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da. İşte ayetlerimize yalan diyenlerin durumu böyledir. Anlat bu olayı; belki tefekkür ederler.” (A(raf; 7/175-176)
Görüldüğü gibi ayette isim, yer ve zaman verilmeyip “karakter” (tipleme) üzerinde duruluyor.
Ayette geçen “ahlede ile’l-ard” tabirinin bir manası da “bir beldede / ülkede (arz) sonsuz bir güç ve iktidara (huld) erişme arzusu” demektir. Çünkü Kur’an Araf suresinde geçen “Rabbiniz size bu ağacı neden yasakladı sanıyorsunuz? Çünkü ondan yerseniz iki melek (melekeyn) olursunuz veya ölümsüzleşirsiniz (hâlidîn)” (7/20) şeklindeki şeytan fısıltısının ne olduğunu Taha suresinde şöyle tefsir eder: “Ey Âdem, sana sonsuzluk ağacını (şecereti’l-huld) ve yıkılmayacak bir hükümranlığın (mulki la yeblâ) yolunu göstereyim mi?” (20/120)…
İşte genelde insanların, özelde ise “Bel’am”ın ayağını kaydıran budur; huld hırsı ve mülk arzusu… Yani güç, servet, iktidar ve egemen olma hırsı dediğimiz şey…
Bu, devlet katmanlarında, döner koltuklarda, makam odalarında, halkın selamlandığı kürsülerde boyuna yeşeren ve tatdıkça artan iktidar şehvetidir. İktidar ile şehvet arasında bu nedenle doğrudan bağlantı vardır. İktidarda emir verirken, şehvette orgazm olurken kendinizden geçersiniz yani huld ve mülk (yıkılmayacak bir hükümranlık) duygusundan bir nebze, bir an yaşarsınız.
Bu nedenle huld ve mülke ulaşmak için “Bel’am”ın hırsı aklını geçmiştir. Dini bilgisi artık “Allah ile aldatmak” dışında hiçbir işe yaramamaktadır. “Allah” demekte fakat sonsuz bir iktidar, servet ve egemenlik (huld ve mülk) istemektedir.
***
“Bel’am” ismi Tevrat’da geçen bir din alimine dayanıyor. Hz. Musa’yı satarak düşman kralının sarayına yanaşır. Orada ağırlanır, bol bahşişlere boğulur ve Hz. Musa aleyhine Tanrı’ya dualar ederek insanları Allah ile aldatır. (Sayılar; 22-24) Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Mücâhid, İkrime ve müfessirlerin büyük çoğunluğu, yukarıdaki ayette geçen adamın, Beni İsrail ulemasından işte bu Bel’am bin Baura olduğu görüşündedirler.
Başka bir görüşe göre de ayette anlatılan adam, din bilgini Mekkeli Rahip Ebu Amir’dir. Mücâhid, Abdullah bin Amr, Kelbî ise Ümeyye bin Ebi’s-Salt’tır der. Said bin Müseyyeb ise Ebû Âmir olduğu görüşündedir.
İsimlere takılmayın, çünkü bunların hepsinin ortak özelliği “devrin egemenine yanaşan” işbirlikçi ve yalaka din alimi tiplemesidir.
Örneğin, Bel’am bin Baura Moav kralının sarayında ağırlandığı gibi, Mekkeli Rahip Abu Amir de Bizans saraylarında ağırlanmıştır. Çünkü o da “sonsuzluk ağacını” ve “yıkılmayacak hükümranlığı” orada görüyordu. Şeytan onun da ayağını böyle kaydırmış ve hırsı aklını geçerek “egemene yanaşma” yolunu seçtirmişti.
Mekkeli Rahip Ebu Amir, Suriye’ye gidip “arslanlı yollardan” geçerek Bizans “derin devleti” ile anlaştı. Bizans ordularını Medine’yi işgale davet etti. Böylece “Muhammed belasından” ebediyen kurtulmuş olacak ve Medine’yi Bizans adına yönetecekti. Adamlarına haber salarak Medine’de peygamber mescidinin karşısına kendi “tapınağını” diktirdi. Bizans ordusu ile geldiğinde orada karşılanacaktı. Peygamberimiz bunun üzerine ünlü Tebük seferini başlattı. 30 bin kişi ile Suriye’de Ebu Amir’in ağırlandığı Bizans saraylarına doğru yürüyüşe geçti. Tebük’e gelindiğinde Bizans’ın işgal planından vazgeçtiği duyuldu. Peygamberimiz Medine’ye döner dönmez ilk iş olarak Ebu Amir’in tapınağını yıktırdı.İnsanlara zarar vermek için açılan bu yere “Mescid-i Dırar” (Tevbe; 9/107) denerek Müslüman bilincin dimağına kazındı. O gün bugündür bu tür yerler bu isimle ve genellikle de “Bel’am” ile birlikte anılır.
Böylece Hz. İsa nasıl “tapınağı basan peygamber” (Matta; 21/12-13) adıyla tarihe geçti ise, Hz. Peygamber de “tapınak yıkan peygamber” (Buhari Tecrîd-i Sarih, 10, 422) olarak tarihe geçti. Çünkü Hz. İsa zamanındaki Roma adına, Hz. Peygamber zamanındaki de Bizans adına çalışıyordu.
Demek ki üzerinde düşünmemiz istenen karakter, isim, yer ve zaman verilmediğinden de anlaşılabileceği gibi, her çağda, her devirde karşılaşabileceğimiz bir tip… Çıkarı için Allah’ın ayetleri ile insanları aldatan bir tip… Allah’ın ayetlerini bir bilinç değil; bilgi kaynağı olarak gören, ayetlerden coşku ve heyecan (çûş-u hurûş) değil; kuru kuruya bilgi (malûmat furûş) çıkaran bir tip…
Bu tipler, ayetleri iman ettikleri için değil; meslek icabı okurlar.
İlginçtir, Kur’an söyleminin en sertleştiği yerlerin bu karakterin anlatıldığı yerler olduğunu görüyoruz. Biliyorsunuz Kur’an’da “havlayan köpek” ve “hayvandan daha aşağı” diye benzetme yapılan yerler var. Bu yerler işte bu gözünü dünya hırsı bürümüş “yalaka din adamı” karakterinin anlatıldığı yerdir (A’raf; 7/176,179). Dolayısıyla bu yazıda “köpek”, “hayvan” filan diyerek sert ifadeler kullanmamız normal karşılamalı çünkü “Kitap”ta geçiyor!
***
En başta “din” olmak üzere bütün “kamu” davası güdenlere böyle bakacağız.
Çeketi ile gelip çeketi ile mi gidiyor? Budur ölçümüz…
***
Ali Şeriati’nin, o unutulmaz üçlemesi ile; tarih boyunca siyasi ve askeri gücün sembolü Firavun, sermaye gücünün sembolü Karun, bunlara köpeklik ederek Allah ile aldatan din aliminin sembolü Bel’am, Müslüman bilincin hafızasından hiç çıkmadı ve çıkmayacak!
Demek Allah ile aldatma asıl Bel’amlık yaparak oluyormuş.
Demek rahmetli babam o dualarında “Allah ile aldatanın önde gidenini” tanıtıyor ve yarınlarıma mesaj veriyormuş: Tanı bunları, tanı da büyü…
ALLAH İLE ALDATANIN ÖNDE GİDENİ
R. İhsan Eliaçık
Rahmetli babam hep “Bel’amların şerrinden muhafaza eyle Ya Rabbi…” diye dua ederdi. “Bel’am kim ki?” diye sorduğumda “Allah ile aldatanın önde gideni” derdi…Böylesi duaları dinleyerek büyümüş olmamdan olacak “saray ulemasından” oldum olası hiç hazzetmem.
Gel gör ki Allah ile aldatanların şahı olan “Bel’am” konusunu ne cami vaazlarından, ne de ilahiyat kürsülerinden pek duyamazsınız. Kur’an’da esaslı bir şekilde ele alınan bu karakter neredeyse unutulmuş, unutturulmuştur.
Ama bunun böyle olması konuyu bizim de unutacağımız veya unutturmaya çalışacağımız anlamına gelmez, değil mi?
“Bel’am” muhalif Müslüman bilinçte “saray ahundu (mollası)”, “zalimlerin alimi”, “sultana yaltaklanan din adamı” karakterine tekabül ediyor.
“Ahund” Farsça’da medresede ders veren ve mollaların başı olan büyük alim demek… İran’da devrim yıllarında Şah yanlısı mollaları ifade için “saray ahundları” diye Humeyni çok kullanırdı.Saray, egemenlik ve iktidar böyle bir şey…
“Ahund” Farsça’da medresede ders veren ve mollaların başı olan büyük alim demek… İran’da devrim yıllarında Şah yanlısı mollaları ifade için “saray ahundları” diye Humeyni çok kullanırdı.Saray, egemenlik ve iktidar böyle bir şey…
Kısa sürede etraflarında “ahundlar” türer. Saraylar, egemenler ve iktidarlar ahundsuz yapamaz. Meşruiyetlerini dinden almak için “yalaka din adamlarına” ihtiyaçları vardır. Onlar “Allah ile aldatarak” halkı egemene itaate çağırırlar “ulu’l-emr” ayetleri okuyarak…
Eski çağlardan beri, özellikle de Emevilerde, Abbasilerde, Osmanlılarda ve de Cumhuriyet döneminde bunlardan hiç eksik olmamıştır. Maşallah sultan sofralarında ikbal-ü izzet gördümü mantar gibi biterler…
Eski çağlardan beri, özellikle de Emevilerde, Abbasilerde, Osmanlılarda ve de Cumhuriyet döneminde bunlardan hiç eksik olmamıştır. Maşallah sultan sofralarında ikbal-ü izzet gördümü mantar gibi biterler…
***
Oysa bir anlamda “kamu” gibi genel halk ve umumi insanlık adına –ki Allah, Kitap, Peygamber gelmiş geçmiş en büyük insanlık davasıdır- konuşan din aliminin (aydının / entelektüelin) egemenler, iktidarlar ve otoriteler karşısında muhalif durması gerekir.
Günümüzde bunun ifadesi olmaya en yatkın olanlar yazarlar, şairler, sanatçılar ve din alimleridir. “Egemene” yönelik eleştiriler bir ülkede bunlardan gelmiyorsa, bunlar da egemenin borazanı haline gelmişse o ülkede “ma’şeri vicdan” ölmüş demektir.
Bir millet dibe vurduğunda içinden cesur yazarlar, haykıran şairler, yaratıcı sanatçılar ve muhalif alimler çıkaramıyorsa, o milletin tarihten çekilme sürecine girdiğine yani canının çıktığına hükmedebilirsiniz. Çünkü yazar düşündürür, şair heyecanlandırır, sanatçı yaratır, alim de ışık tutar, yol gösterir. Siyasetçiler ve askerler de böylesi düşüncelerin, heyecanların, yaratımların peşine düşer. Böylece millet statükolarını aşar, kalıplarını kırar ve özgürlüklere yelken açar. Geçmişe bakın, hep böyle olmuştur.
Bu nedenledir ki bir ülkede aydın, entelektüel, alim vs. diye “en egemen” kim veya neyse onu eleştirebilene denir. Egemene sokularak meşruiyet arayan olsa olsa dalkavuk olur. Bu nedenle benim görüşüm odur ki başımızda Hz. Ebubekir bile olsa alim muhalif duruşunu korumalıdır. Çünkü başında kim olursa olsun iktidar ve egemenlik doğası gereği daima eleştiriye muhtaçtır.
***
Müslüman bilinçte “Bel’am” olarak yerleşen din adamı karakterinin, sultan, iktidar, güç, servet ve özellikle de siyasal iktidar ile irtibatlandırılması boşuna değil. Çünkü bu çağrışımların “Kitap’ta” yeri var;
“Onlara anlat… Hani bir adam vardı: Ayetlerimizi çok iyi bildiği halde onları bir kenara atmıştı. Şeytana uymuş ve sonunda iyice azmıştı. Lâyık görseydik onu bildiği ayetler sayesinde yükseltirdik. Fakat gözünü güç ve iktidar hırsı bürümüş, heva ve hevesine fena kapılmıştı. Bu gibilerin durumu tıpkı köpeğe benzer; üstüne varsan da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da. İşte ayetlerimize yalan diyenlerin durumu böyledir. Anlat bu olayı; belki tefekkür ederler.” (A(raf; 7/175-176)
Görüldüğü gibi ayette isim, yer ve zaman verilmeyip “karakter” (tipleme) üzerinde duruluyor.
Demek ki bu karakter; Ayetleri çok iyi bildiği halde ilmiyle amel etmeyen Şeytana uyarak azan Güç ve iktidar (dünya) hırsı gözünü kör etmiş Heva ve hevesine kapılmış Köpek tıynetli her “din alimi”dir…
Ayetleri çok iyi bilmesi dini metinlere ve ilahiyata vakıf olduğunu, ilmiyle amel etmemesi bunları “fazilete ve erdeme” değil; servet, makam, mevki ve şöhrete dönüştürmeyi çok iyi becerdiğini, Şeytana uyarak azması sahip olduklarıyla haddi aşıp küstahlaştığını, dünya hırsının gözünü kör etmesi hırsının aklının önüne geçtiğini, heva ve hevesine kapılması arzu ve isteklerine gem vuramadığını, köpek tıynetli olması da bağlandığı egemenin kapısından halka havlayıp durduğunu gösterir…
Ayette geçen “ahlede ile’l-ard” tabirinin bir manası da “bir beldede / ülkede (arz) sonsuz bir güç ve iktidara (huld) erişme arzusu” demektir. Çünkü Kur’an Araf suresinde geçen “Rabbiniz size bu ağacı neden yasakladı sanıyorsunuz? Çünkü ondan yerseniz iki melek (melekeyn) olursunuz veya ölümsüzleşirsiniz (hâlidîn)” (7/20) şeklindeki şeytan fısıltısının ne olduğunu Taha suresinde şöyle tefsir eder: “Ey Âdem, sana sonsuzluk ağacını (şecereti’l-huld) ve yıkılmayacak bir hükümranlığın (mulki la yeblâ) yolunu göstereyim mi?” (20/120)…
İşte genelde insanların, özelde ise “Bel’am”ın ayağını kaydıran budur; huld hırsı ve mülk arzusu… Yani güç, servet, iktidar ve egemen olma hırsı dediğimiz şey…
Bu, devlet katmanlarında, döner koltuklarda, makam odalarında, halkın selamlandığı kürsülerde boyuna yeşeren ve tatdıkça artan iktidar şehvetidir. İktidar ile şehvet arasında bu nedenle doğrudan bağlantı vardır. İktidarda emir verirken, şehvette orgazm olurken kendinizden geçersiniz yani huld ve mülk (yıkılmayacak bir hükümranlık) duygusundan bir nebze, bir an yaşarsınız.
Bu nedenle huld ve mülke ulaşmak için “Bel’am”ın hırsı aklını geçmiştir. Dini bilgisi artık “Allah ile aldatmak” dışında hiçbir işe yaramamaktadır. “Allah” demekte fakat sonsuz bir iktidar, servet ve egemenlik (huld ve mülk) istemektedir.
***
“Bel’am” ismi Tevrat’da geçen bir din alimine dayanıyor. Hz. Musa’yı satarak düşman kralının sarayına yanaşır. Orada ağırlanır, bol bahşişlere boğulur ve Hz. Musa aleyhine Tanrı’ya dualar ederek insanları Allah ile aldatır. (Sayılar; 22-24) Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Mücâhid, İkrime ve müfessirlerin büyük çoğunluğu, yukarıdaki ayette geçen adamın, Beni İsrail ulemasından işte bu Bel’am bin Baura olduğu görüşündedirler.
Başka bir görüşe göre de ayette anlatılan adam, din bilgini Mekkeli Rahip Ebu Amir’dir. Mücâhid, Abdullah bin Amr, Kelbî ise Ümeyye bin Ebi’s-Salt’tır der. Said bin Müseyyeb ise Ebû Âmir olduğu görüşündedir.
İsimlere takılmayın, çünkü bunların hepsinin ortak özelliği “devrin egemenine yanaşan” işbirlikçi ve yalaka din alimi tiplemesidir.
Örneğin, Bel’am bin Baura Moav kralının sarayında ağırlandığı gibi, Mekkeli Rahip Abu Amir de Bizans saraylarında ağırlanmıştır. Çünkü o da “sonsuzluk ağacını” ve “yıkılmayacak hükümranlığı” orada görüyordu. Şeytan onun da ayağını böyle kaydırmış ve hırsı aklını geçerek “egemene yanaşma” yolunu seçtirmişti.
Mekkeli Rahip Ebu Amir, Suriye’ye gidip “arslanlı yollardan” geçerek Bizans “derin devleti” ile anlaştı. Bizans ordularını Medine’yi işgale davet etti. Böylece “Muhammed belasından” ebediyen kurtulmuş olacak ve Medine’yi Bizans adına yönetecekti. Adamlarına haber salarak Medine’de peygamber mescidinin karşısına kendi “tapınağını” diktirdi. Bizans ordusu ile geldiğinde orada karşılanacaktı. Peygamberimiz bunun üzerine ünlü Tebük seferini başlattı. 30 bin kişi ile Suriye’de Ebu Amir’in ağırlandığı Bizans saraylarına doğru yürüyüşe geçti. Tebük’e gelindiğinde Bizans’ın işgal planından vazgeçtiği duyuldu. Peygamberimiz Medine’ye döner dönmez ilk iş olarak Ebu Amir’in tapınağını yıktırdı.İnsanlara zarar vermek için açılan bu yere “Mescid-i Dırar” (Tevbe; 9/107) denerek Müslüman bilincin dimağına kazındı. O gün bugündür bu tür yerler bu isimle ve genellikle de “Bel’am” ile birlikte anılır.
Böylece Hz. İsa nasıl “tapınağı basan peygamber” (Matta; 21/12-13) adıyla tarihe geçti ise, Hz. Peygamber de “tapınak yıkan peygamber” (Buhari Tecrîd-i Sarih, 10, 422) olarak tarihe geçti. Çünkü Hz. İsa zamanındaki Roma adına, Hz. Peygamber zamanındaki de Bizans adına çalışıyordu.
Demek ki üzerinde düşünmemiz istenen karakter, isim, yer ve zaman verilmediğinden de anlaşılabileceği gibi, her çağda, her devirde karşılaşabileceğimiz bir tip… Çıkarı için Allah’ın ayetleri ile insanları aldatan bir tip… Allah’ın ayetlerini bir bilinç değil; bilgi kaynağı olarak gören, ayetlerden coşku ve heyecan (çûş-u hurûş) değil; kuru kuruya bilgi (malûmat furûş) çıkaran bir tip…
Bu tipler, ayetleri iman ettikleri için değil; meslek icabı okurlar.
Allah’ın kitabını hayat değil; tapınak kitabı olarak algılarlar.
Bir çoğu saray ulemasıdır. Kralların, sultanların sofrasından kalkmazlar. Onlara dalkavukluk ederek din hizmeti sunarlar.
Esas işleri egemen otoriteye dinî gerekçe bulmaktır. Bunun karşılığını da fazlasıyla alırlar.
Allah’ın ayetlerini iyi bilirler ancak bilincinden yoksundurlar. Bilgiyi insanı yetiştirip geliştiren bir fazilet (erdem) değil; güç vesilesi olarak görürler. İlâhî bilgiyi de bu güce ulaşmak için isterler.
Asıl dertleri “Tanrı ile olmak” değil “Tanrı gibi olmak”tır. Allah’a değil; güce taparlar. Allah’a da gücü için taparlar. Güç kimdeyse onun köpeği olurlar.
Üzerine varsan da varmasan da dilini sarkıtıp havlamaktan başka bir şey yapmazlar. Çünkü köpek tabiatlıdırlar. Egemene hizmeti ve güçlüye sadakati köpekliklerinin şerefi olarak görüler.
İlginçtir, Kur’an söyleminin en sertleştiği yerlerin bu karakterin anlatıldığı yerler olduğunu görüyoruz. Biliyorsunuz Kur’an’da “havlayan köpek” ve “hayvandan daha aşağı” diye benzetme yapılan yerler var. Bu yerler işte bu gözünü dünya hırsı bürümüş “yalaka din adamı” karakterinin anlatıldığı yerdir (A’raf; 7/176,179). Dolayısıyla bu yazıda “köpek”, “hayvan” filan diyerek sert ifadeler kullanmamız normal karşılamalı çünkü “Kitap”ta geçiyor!
***
Peki, her Allah, Kitap, Peygamber diyenin Allah ile aldatan olup olmadığını nasıl anlayacağız? Bunun bir ölçüsü olmalı değil mi?
Kur’an’ın uyarısı… Bunlar din namına halkın parasını tıka basa yerler, altını ve gümüşü yığarlar ve insanları Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Gerçek ile sahteyi birbirine karıştırırlar. Yapmadıkları şeyi emrederler. Az bir paha karşılığı ayetleri satarlar (Tövbe; 9/34, Bakara; 2/41-44)
Hz. İsa’nın İncil’de geçen uyarısı… Bunların dediğini tutun, ama gittiği yoldan gitmeyin. Çünkü ağızlarından güzel sözler çıkar ama onlara ilk uymayan kendileridir. İnsanları dinlerine döndürmek için kıtalar dolaşırlar ama dinlerine döneni de iki kez kafir yaparlar. Tabağın kenarını iyice temizlerler ama tabağın içindekini başkasıyla bölüşmeyi hiç düşünmezler. Tapınaklarda en seçkin yerlere kurulmaya, meydanlarda selamlanmaya bayılırlar. İnsanlara taşınmaz yükler yüklerler, kendileri ise bu yükleri kaldırmak için parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Hem peygamberlerini öldürürler, hem de anıtlarını dikip üzerinden geçinirler. Muhatabının ağzından çıkacak bir sözle onu tekfir edip din dışı ilan ederek tuzağa düşürmek için fırsat kollarlar. Allah’ın evini “pazar yerine” ve “haydut inine” çevirirler. (Markos; 11-15-17, Luka; 11-37-83)
Demek ki yaşantısına, hayat içindeki duruşuna bakacağız…
Mekke’de (muhalefette) nasılsa, Medine’de de (iktidarda) öyle yaşayıp yaşamadığına bakacağız…
Kur’an’ın uyarısı… Bunlar din namına halkın parasını tıka basa yerler, altını ve gümüşü yığarlar ve insanları Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Gerçek ile sahteyi birbirine karıştırırlar. Yapmadıkları şeyi emrederler. Az bir paha karşılığı ayetleri satarlar (Tövbe; 9/34, Bakara; 2/41-44)
Hz. İsa’nın İncil’de geçen uyarısı… Bunların dediğini tutun, ama gittiği yoldan gitmeyin. Çünkü ağızlarından güzel sözler çıkar ama onlara ilk uymayan kendileridir. İnsanları dinlerine döndürmek için kıtalar dolaşırlar ama dinlerine döneni de iki kez kafir yaparlar. Tabağın kenarını iyice temizlerler ama tabağın içindekini başkasıyla bölüşmeyi hiç düşünmezler. Tapınaklarda en seçkin yerlere kurulmaya, meydanlarda selamlanmaya bayılırlar. İnsanlara taşınmaz yükler yüklerler, kendileri ise bu yükleri kaldırmak için parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Hem peygamberlerini öldürürler, hem de anıtlarını dikip üzerinden geçinirler. Muhatabının ağzından çıkacak bir sözle onu tekfir edip din dışı ilan ederek tuzağa düşürmek için fırsat kollarlar. Allah’ın evini “pazar yerine” ve “haydut inine” çevirirler. (Markos; 11-15-17, Luka; 11-37-83)
Demek ki yaşantısına, hayat içindeki duruşuna bakacağız…
Mekke’de (muhalefette) nasılsa, Medine’de de (iktidarda) öyle yaşayıp yaşamadığına bakacağız…
Allah, Kitap, Peygamber diye diye ne oluyor? “Geride birkaç kap ve bir kitap” mı bırakıyor, yoksa Karun serveti mi? Ona bakacağız.
En başta “din” olmak üzere bütün “kamu” davası güdenlere böyle bakacağız.
Çeketi ile gelip çeketi ile mi gidiyor? Budur ölçümüz…
***
Ali Şeriati’nin, o unutulmaz üçlemesi ile; tarih boyunca siyasi ve askeri gücün sembolü Firavun, sermaye gücünün sembolü Karun, bunlara köpeklik ederek Allah ile aldatan din aliminin sembolü Bel’am, Müslüman bilincin hafızasından hiç çıkmadı ve çıkmayacak!
Demek Allah ile aldatma asıl Bel’amlık yaparak oluyormuş.
Demek rahmetli babam o dualarında “Allah ile aldatanın önde gidenini” tanıtıyor ve yarınlarıma mesaj veriyormuş: Tanı bunları, tanı da büyü…
16 MART 2009 PAZARTESI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder