İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

30 Kasım 2017 Perşembe

ALLAH – TANRI

26.11.2017

ALLAH – TANRI

Konuk Yazar

acebookTwitterooglPaylaş

Allah kelimesi Müslümanlıktan önce var mıydı? 
Kışlalardaki yemek duasında gelenekleşmiş olarak söylenen “Tanrı’mıza hamd olsun!”  yerine “Allah’ımıza hamd olsun!”  cümlesinin getirilmesi, yani Tanrı sözünün kışlalardaki yemek duasından kaldırılması “Allah yerine Tanrı kullanılabilir mi?” sorusunu yeniden gündeme getirdi.
Önce Allah kelimesine bakalım.
Allah kelimesi, Müslümanlıktan önce de vardı. Bunun en açık delili, peygamberimizin babasının adının Abdullah olmasıdır. Bilindiği gibi Abdullah, “Allah’ın kulu” demektir. Ancak Hz. Muhammed’in babası Abdullah, Müslüman değildi; daha peygamberimiz doğmadan vefat etmişti.
Son dönem İslam bilginlerinden Bekir Topaloğlu da, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı Allah maddesinde kelimenin Müslümanlıktan önce var olduğunu belirtmiştir:
“İslâm öncesi Araplar’ı bazı dualarında, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardır.” (C. 2, s. 473).
Öyleyse Abdullah adının içinde bulunan ve Müslümanlık ortaya çıkmadan önce de Araplarda kullanılan “Allah” kelimesinin anlamı nedir?
Yine Bekir Topaloğlu, Allah kelimesinin, “İslâm öncesi Arap dili ve edebiyatında ‘ilâh, tanrı’ anlamında kullanılmış” olduğunu söyler  ve 30 civarında etimoloji görüşü arasında, kelimenin “Arapça asıllı ilâh lâfzından türemiş olduğu kanaatı”nın ağır bastığını da ekler (C. 2, s. 471).
Topaloğlu, putperest Kureyşlilerin Allah sözünü kullandıklarını Kur’an’dan da tanıklar. İslam öncesi Araplarının “muhtelif kabilelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifade edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da anlaşılmaktadır.” dedikten sonra Topaloğlu, Kur’an’ın da bunu haber verdiğine, ayrıca bu putperest Arapların Allah adına yemin ettiklerine, sıkıntılı ve tehlikeli zamanlarda Allah’a sığındıklarına dair ayetlerin numaralarını verir (C. 2, s. 473).
Onun gösterdiği ayetlerden ikisine Hüseyin Atay’ın mealinden bakalım:
Ankebût suresinin (29), 61. ayetinden:
“Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?’ diye sorsan şüphesiz ‘Allah’tır’ derler.”
Nahl suresinin (16), 38. ayetinden:
“Ölen kimseyi Allah’ın diriltemeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah’a yemin ettiler.”
Son olarak Allah kelimesinin “ilah” lafzından nasıl türediğine dair etimolojik görüşü[1] de yine Bekir Topaloğlu’ndan aktaralım:
“İlâh kelimesinden türemiş olup başına harf-i ta’rif getirilmiş, bir taraftan el-ilâh şeklinde dildeki yerini almışken diğer taraftan kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl kelimenin hemzesi kaldırılmış, lâmlar birleştirilmiş (idgam) ve azamet ifade eden kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur.” (C. 2, s. 471).

Kutadgu Bilig’de ve Hüsrev ü Şîrîn’de besmele
Eski Türklerde, “Allah mı kullanalım, Tanrı mı kullanalım?” diye bir sorun olmamıştır. Hatta Allah yerine başka kelimeler de herhangi bir sorun olmadan, rahatça kullanılmıştır.
Bilindiği üzere İslami Türk edebiyatının en eski edebî eseri, 1069 yılında Yusuf Has Hâcib tarafından yazılmış bulunan Kutadgu Bilig’dir. Satuk Buğra Hanın Müslüman oluşundan (946) 123 yıl sonra yazılmıştır. Elbette aynı yıl bütün Türkler Müslüman olmadı. Ancak Satuk Buğra Hanın Müslüman olmasıyla Türkler arasında İslamiyet kısa zamanda yayıldı. Özellikle 960’larda, 970’lerde milyonlarca Türk Müslüman oldu. Demek ki Kutadgu Bilig’in yazılış tarihini kabataslak olarak “Türklerin Müslümanlığa girmesinden yüz yıl kadar sonra” şeklinde ifade edebiliriz.
İşte bu eserin ilk bölümünün başlığı: Teŋri[2] azze ve celle ögdisin ayur (Aziz ve celil [yüce] Tanrı’nın övgüsünü söyler).
Eserin ilk iki beyti de şöyle:
Bayat atı birle sözüg başladım
Törütgen, igidgen, keçürgen idim
Tanrı adı ile söze başladım,
Yaratan, besleyen, bağışlayan rabbim (sahibim).
Üküş ögdi birle tümen miŋ senâ
Ugan bir bayatka, a
ŋar yok fenâ
Pek çok övgü ve on binlerce senâ (olsun)
Kâdir (ve) bir (olan) Tanrı’ya. Ona yoktur fenâ (fanilik)[3].
Görüldüğü üzere Kutadgu Bilig’in başlangıç bölümünde Allah sözü için hem -bugünkü Tanrı’nın eski söylenişi olan- Teŋri, hem de Bayat kelimeleri kullanılmıştır. Aslında ilk beyit besmelenin neredeyse bire bir çevirisidir. Bayat atı birle = Bismillâh. İgidgen, keçürgen = rahman, rahîm.
Bir “bismillâh” çevirisi de 1341 yılından, Kutub adlı şairin Hüsrev ü Şîrîn mesnevisinden:
İdi atı birle başla sözüŋni
Kim ol bar kıldı yokdın bu özüŋni
Allah adı ile başla sözünü
Ki O var etti yoktan seni.
Ulug Teŋri kim ajunnı yarattı
Tutup bik yirni köklerni töretti[4]
Ulu Tanrı ki dünyayı yarattı,
Yeri sıkı tutup gökleri türetti.
Görüldüğü üzere 14. yüzyıl Altınordu şairi Kutub, Allah yerine idi kelimesini kullanmıştır. Gerçi idi “sahip” demektir ve çok defa rab yerine kullanılmaktadır. Ancak burada “bismillâh” karşılığı olduğu açıktır. İkinci beyitte ise Allah yerine açık bir şekilde Tanrı kullanılmıştır.

Dîvânu Lugâti’t-Türk’te Allah ve Tanrı
İki metinden örnek verdim. Birkaç metinden daha vereceğim. Ama önce Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olan ve Kutadgu Bilig gibi, Türklerin Müslüman olmasından aşağı yukarı yüz yıl sonra, 1072-1077’de yazılan Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki Teŋri maddesine bakalım:
“Teŋri yüce ve aziz Allah.”
Atasözü: Toyın tapugsak Teŋri sewinçsiz. Kâfirlerin din adamı Yüce Allah’a ibadet eder; ancak Allah sübhânehu ve taalâ onun işinden razı değildir. Bu, karşı tarafın iyi karşılayacağını uman; fakat karşı tarafın hoşlanmadığı bir işi yapan için söylenir.”
Şiir:
Tün kün tapun Teŋrike boynamagıl”Korkup aŋar eymenü oynamagıl.”
“Diyor ki: Gece gündüz yüce Tanrı’ya ibadet et ve isyan etme! Ondan ürk ve kork; ona karşı hayâ ve korku içinde ol ve oynama.” (Ercilasun – Akkoyunlu 2014: 501).
Görüldüğü gibi 1070’li yıllarda Kâşgarlı Mahmud, Teŋri (Tanrı) sözünün Arapçadaki karşılığını doğrudan doğruya “yüce ve aziz Allah” diye vermektedir. El yazmasında verilen Arapça karşılık aynen şöyle “huvallahu azze ve celle”. (Kâşgarlı Mahmud -tıpkıbasım- 1990: 608).
Kâşgarlı Mahmud’un “Allah” anlamındaki Teŋri için iki de örnek verdiği görülmektedir. Biri atasözü, biri de şiir. Bu demektir ki 100 yıl içinde, Satuk Buğra Handan önce, özellikle Abbasi hizmetine girip Müslüman olan Türkleri de hesaba katarsak bir iki yüzyıl içinde Allah anlamındaki Teŋri sözü, Türklerin halkiyat ve edebiyatına da girmiştir. “Toyın”, Kâşgarlı’nın da belirttiği gibi “kâfirlerin din adamı” anlamında bir kelimedir.
Kâşgarlı Mahmud Teŋri sözüne yukarıdaki anlamı verip örnekleri de sıraladıktan sonra şöyle devam eder:
Kâfirler -yüce Tanrı onları yok etsin- göğe teŋri derler. Aynı şekilde gözlerine büyük görünen büyük dağ, ağaç gibi şeylere de teŋri adını verirler ve bu gibi şeylere secde ederler.”
Henüz Müslüman olmamış Türklerin (Kâşgarlı onlara kâfir diyor) göğe ve büyük şeylere teŋri dediklerini bile bile aynı kelimeye “yüce ve aziz Allah” anlamını vermekte Kâşgarlı bir beis görmemiştir. Zaten başka türlü de yapamazdı; çünkü verdiği örneklerde de görüldüğü üzere kelime, Müslüman Türklerin dilinde “Allah” anlamında kullanılmaktaydı.
Bir kelimenin hem kâfirlerin tanrısı, hem de Müslümanların Tanrı’sı olması tuhaf değil mi, diye düşünülebilir.  Ama Topaloğlu’nun, Kur’an ayetlerine dayanarak kaydettiği üzere, peygamberimizin zamanında da Allah kelimesi hem kâfirlerin tanrısı, hem Müslümanların Tanrı’sı için kullanılıyordu.(Çünkü Kur'anâ göre:“ALLAH sadece Rabbil Mü'minin değil, Rabbil Âlemindir." MKA)  Dil biliminde bu olaya “çok anlamlılık” denir. Herhangi bir sözlüğe bakan herkes çok anlamlılığı hemen fark edebilir. Birçok kelimenin birden fazla anlamı vardır.

Doğu ve Kuzey Türkçesine ait başka eserlerde Tanrı  
Kâşgarlı Mahmud’a bir örnek de biz ekleyelim. Ama ondan aşağı yukarı elli yıl sonra yazılmış bir eserden. Nevayi’nin bir evliya tezkiresi olan “Nesâimü’l-Mahabbe…” adlı eserinde evliya olduğu yazılan Edib Ahmed Yüknekî’nin Atebetü’l-Hakâyık’ından:
Ugan hükmi birle kelür kelgen iş (Arat 1951: 76).
Reşid Rahmeti Arat bu mısraa şu anlamı vermiştir:
“Her gelen iş kadir (Tanrı) hükmü ile gelir” (Arat 1951: 98).
Arat’ın Tanrı sözünü ayraç içine almasının bir sebebi var. Çünkü eserin el yazmasının nüshalarından birinde ugan sözünün altına teŋri yazılmıştır.
Daha açık bir örnek, aynı devirde, yani 11. veya 12. yüzyılda yazılmış ilk Kur’an tercümelerinde vardır. Bu tercümelerde Türkçe anlamlar satır altında verildiği için tereddüde hiç yer bırakmaz.  En eski satır altı Kur’an tercümelerinin en güzellerinden biri, İstanbul’da Türk İslam Eserleri Müzesi’ndedir ve 73 numarada kayıtlıdır. Maalesef bu eserin tıpkıbasımı da, ilmî bir yayını da henüz yapılmamıştır. Ama ben yerini söyledim, meraklısı gidip oraya bakabilir. Aramaya gerek yok. Hemen Fâtiha suresinin ilk ayetine bakınca şu görülecektir: Arap harfleriyle el-hamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn. İlk kelimenin altında yine Arap harfleriyle Türkçesi: ögdi. Yani “övgü”. İkinci kelimenin (lillâhi’nin) altında Teŋrike. Yani Tanrı’ya(dır). Rabbi’l-âlemîn kelimelerinin altında ise âlemler idisi. Yani “âlemlerin sahibi”.
İlk satır altı tercümede böyle olduğu gibi sonraki tercümelerin birçoğunda da bu böyledir.
1313 yılında yazılmış manzum bir dinî eser var: Mu’înü’l-Mürîd. Yani “mürid’in yardımcısı”. Ebulgazi Bahadır Hana göre bütün Türkmenler bu kitaba göre amel ederlermiş. Bu eserde daha çok Allah kelimesi geçer. Fakat Teŋri sözü de Allah yerine rahatlıkla kullanılmıştır:
Yıgakdın yıgıl tut idi emrini
Yawuz ol keçürse esiz ömrini
Hicâbsız seniŋ ma’siyet kılmakıŋ
Delîl bilmemiş-sen çın-ok Teŋrini[5]
Yasaktan sakın, tut Rab emrini,
Kötüdür geçirirse(n) faydasız ömrünü.
Utanmadan senin günah işlemen(in sebebi)
Kılavuz bilmemiş (olmandır) gerçek Tanrı’yı.
14. yüzyılda yazılmış bir başka dinî eserden de sadece bir örnek alalım. Bir örnek diyorum, çünkü bu eserde Taŋrı kelimesi yüzden fazla geçiyor (Ata 1998: 402-403) ve birçoğunda da ayet ve hadislerdeki Allah kelimesinin karşılığı olarak. Nehcü’l-Ferâdîs (Cennetlerin Açık Yolu) adlı bu hacimli eserden aşağıda verdiğim örnek hicret sırasında Hz. Ebûbekir ile Hz. Muhammed’in konuşmalarını aktarıyor. Peygamberimize düşman oku değmesin diye Hazreti Ebûbekir onun dört yanında siper oluyormuş. Peygamberimiz şöyle diyor: “Lâ tahzen innellahe ma’anâ.” Eser, bu sözü verdikten sonra Türkçe karşılığını da yazıyor: “Yâ Ebâ Bekr, hîç korkmagıl kim Taŋrı Ta’âlâ bizniŋ birle turur.” (Tıpkıbasım 1956: 20/12). Anlaşılıyor ama biz yine de cevabı bugünün Türkçesine aktaralım: “Ey Ebûbekir, hiç korkma; çünkü yüce Tanrı bizimledir.”
1250-1518 arasında Mısır’da bir Türk devleti vardı. Arapça kaynaklarda adı ed-devletü’t-Türkiyye idi, yani Türk Devleti. İşte bu devletin ahalisinden olan Araplara Türkçe öğretmek için birçok gramer ve sözlük yazıldı. Bunlardan biri de 14. yüzyılda yazılmış bulunan Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî’dir. İşte bu eserde de Arapça Allah sübhânehu ve teâlâ yazıyor ve Türkçe karşılığı Teŋri olarak veriliyor (Toparlı – Çögenli – Yanık 2000: 2).

Mevlid’de Allah ve Tanrı
Artık Anadolu’daki Oğuz Türklerine de gelebiliriz. Örnek çok ama biz önce, en bilinen Mevlid’e bakalım. Süleyman Çelebi’nin 1409’da Bursa’da yazdığı Vesîletü’n-Necât adlı mevlide. İlk beyit herkesin ezberinde olmalı:
Allah adın zikr idelüm evvelâ         
Vâcib oldur cümle işde her kula
 (Ateş 1954: 92).
Anlamını bildiğimizi sanıyoruz ama ben yine de oldur, cümle, işde sözlerinin farklı anlaşılabileceğini düşünerek beyti bugünkü Türkçeye aktarayım:
Allah adını zikredelim evvela,
Vacip odur, bütün iş(ler)de her kula.
Yukarıda Kutadgu Bilig’den ve Hüsrev ü Şîrîn’den verdiğim örneklere tekrar bakarsak, eserlerin başlangıcında bir gelenek oluştuğunu görürüz: Esere besmele ile başlamanın gerekliliği. Türkistan’dan Anadolu’ya uzanan bir gelenek. İlk ikisinde Türkçe kökenli kelimeler vardı, burada Allah.
Süleyman Çelebi Allah kelimesini kullanıyor ama Tanrı kelimesini de kullanıyor:
Her kim ana irdi irdi Tanrı’ya             
Tanrı dîdârını gördi bî-riyâ
 (Ateş 1954: 100)
Her kim (ki) ona (peygambere) ulaştı, ulaştı Tanrı’ya,
Tanrı’nın yüzünü gördü riyasız olarak.
Kim ki dinlerse bu sözi aşk ile                
Lâcerem Tanrı ana rahmet kıla
 (Ateş 1954: 104)
Kim ki dinlerse bu sözü aşk ile
Şüphesiz Tanrı ona rahmet kılar.


Anadolu’nun başka eserlerinde ve Dede Korkut’ta Allah ve Tanrı
Anadolu’da da satır altı Kur’an tercümeleri var. Bunlardan biri Muhammed bin Hamza’nın 15. yüzyıl başlarındaki tercümesi. Muhammed bin Hamza büyük bir ihtimalle ilk Osmanlı şeyhülislamı olan Muhammed bin Hamza el-Fenârî, yani Molla Fenârî’dir. Fâtiha suresinin ilk ayetinde orada da “lillâhi”nin altında Taŋrı-nuŋdur yazar. Ahmet Topaloğlu’nun hazırladığı eserin sözlüğünden Tanrı kelimesinin daha birçok kullanılışını görmek mümkündür (Topaloğlu 1978: 556-557).
15. yüzyıl ortalarında yaşamış , tefsir ve ahlaka dair eserler yazmış bir Osmanlı bilgini var: Ebulfazl Mûsâ bin Hacı Hüseyin İznikî. Sa’lebî’nin ünlü Kısas-ı Enbiyâ’sını Türkçeye çevirmiş. İşte bu eserde de Taŋrı birçok defa geçiyor. Çeşitli örnekler için Nesrin Bayraktar’ın hazırladığı eserin dizinine bakılabilir. Biz sadece bir örnek verelim:
Resûl alehi’s-selâm buyurdu ki şol Taŋrı hakkı çün ki benüm cânum anuŋ kudreti elindedür” (Bayraktar  2008: 23).
Dede Korkut’ta Allah ve Tanrı sözleri hemen hemen aynı sıklıkta geçer. Bütün örnekleri görmek isteyenler, Muharrem Ergin’in hazırladığı dizinden iki kelimeye de bakıp gösterilen sayfalardan metindeki örnekleri bulabilirler. Biz birkaç örnek verelim:
Allah Allah dimeyinçe işler oŋmaz, kâdir Taŋrı virmeyinçe er bayımaz.” (Ergin 1989: 73)
“Devletsüz şerrinden Allah saklasun ḫanum sizi… Azup gelen kazayı Taŋrı savsun ḫanum hey.” (Ergin 1989: 74, 75)
Yazılup düzilüp gökden indi Taŋrı ilmi Kur’an görklü… Alçak yirde yapılupdur Taŋrı ivi Mekke görklü (güzel)” (Ergin 1989: 75)
Yücelerden yücesin yüce Taŋrı / Kimse bilmez niçesin görklü Taŋrı…/ Aziz Allah ḫocam maŋa meded” (Ergin 1989: 224).

Son Dönem sözlüklerinde Allah ve Tanrı
Biraz da yakın dönemlere gelelim ve iki sözlüğe bakalım. Şemseddin Sami’nin 1900 yılında yazdığı ünlü sözlüğümüz Kamûs-ı Türki’de bakalım Allah kelimesinin karşılığında ne yazıyor:
“Allah sz. (ism-i müzekker = eril ad)[6], Ar. (Arapça) [el = harf-i ta’rif – ilâh = mâbud]: Hâlik-i kâinat olan vücûd-ı mutlak, Tanrı, Rab, Mevlâ, Hudâ, Îzid.” (Ş. Sami 1317: 158).
Görüldüğü üzere Şemseddin Sami, Tanrı sözünü bire bir Allah’ın karşılığı olarak vermiş. Peki bugün unutulmuş olan Îzid ne acaba? Ona da aynı sözlükten bakalım:
Îzid s. (isim), fa. (Farsça): Asıl Zerdüştîlerin sünâiyyetini (ikili tanrı sistemini) teşkil eden iki unsurdan hayır ve nur (ışık) mürebbîsinin ismi olup, İranîler ba’del-İslâm (İslam’dan sonra) Hak Teâlâ hazretlerine tahsis etmişlerdir (Ş. Sami 1317: 240).
Demek ki yalnız Türkler yapmamışlar; İranlılar da eski tanrılarının adını Müslüman olduktan sonra Allah için kullanmışlar.
Şemseddin Sami’den bir de Tanrı kelimesine bakalım:
Tanrı (te’den sonra elif yok) yâhud tanrı (elif ile) veyâ tanrı (tı-elif ile) ve gl (galat = yanlış) tağrı. s. (İsim): [Semâ ve şafak demek olan tan’dan]: İlâh, Mevlâ, Hudâ, tk (Türkî-i kadîm = Eski Türkçe) Ugan[7], Çalap: Tanrı’nın kulu // Tanrı’nın günü = bütün gün (Ş. Sami 1317: 429).
Allah kelimesinin karşılığı olarak Tanrı’yı da gösteren Şemseddin Sami burada karşılık olarak Allah sözünü göstermemiş ama aynı kavram için kullanılan Mevlâ, Hudâ kelimelerini vermiş. Ayrıca Tanrı’nın kulu örneğinde de Allah anlamı açıktır.
Biraz daha yakına, 1927 yılına gelelim. Cumhuriyetten dört yıl sonra fakat harf inkılabından bir yıl önce yazılmış bir sözlüğe bakalım.  M. Bahaeddin’in Yeni Türkçe Lugat’ine.
Allah a. (Arapça), s. (isim): Yerle göğü yaradan Mevlâ, Tanrı, Rab, Hudâ, Îzid (M. Bahâ 1927: 77).
Tanrı s. (isim) veyâ tanrı (elif ile), tanrı (tı-elif ile): Allah, Hudâ.

Tanımlık terimi ve konu açısından önemi
Sanırım bu kadar kaynak ve örnek yeter. Ancak dil bilimi açısından önemli bir noktanın üzerinde durmam gerekir. Harf-i tarif meselesi. Batı dillerinde çeşitli söyleyiş ve yazılışlarıyla artikel. Yeni Türkçede tanımlık.
Nedir tanımlık? Bir ismi belirli hâle getiren gramer ögesine tanımlık diyoruz. Arapçada el-/al-. Kitâbun, “herhangi bir kitap”, el-kitâb ise “belirli bir kitap” demek. Yani el-kitâb denildiği zaman, konuşanlar hangi kitaptan bahsedildiğini biliyorlar.
Tanımlık ögesi bütün dillerde bulunmaz. Arapçada el-/al-, İngilizcede the, Fransızcada le/la, Almancada das/der/die… belirlilik bildiren tanımlıklardır. Türkçede ve Farsçada ise tanımlık yoktur.
Bir dilde tanımlığın bulunup bulunmaması konumuz açısından önemlidir. Tanımlık bulunan dillerde tanımlık ögesini kullandığınız zaman belirli bir ilahı kastetmiş olursunuz. Mesela İngilizcede The God denince, Fransızcada Le Dieudenince “Allah” demek olur[8]. Nitekim Arapçada da Allah sözünün, tanımlık eki olan el ögesiyle ilâh kelimesinden geldiği Topaloğlu ve Şemseddin Sami tarafından ifade edilmiştir.
Tanımlık olmayan dillerde ise ilah mı Allah mı kastedildiği bağlamdan anlaşılır. Söz gelişi “Yüce Tanrı bu milleti korusun!” denildiği zaman bu cümlede Allah’ın kastedildiği açıktır. Maamafih Türkçede iki durumda tanımlık ögesi de vardır. İsim tamlamalarında ve kelime, cümlenin nesnesi olduğu zaman.
Gramerde belirtili nesne denilen nesne türünde kelimenin aldığı ek bir tür tanımlıktır. “Kitab-ı okudum.” cümlesinde konuşanlarca bilinen bir kitaptan bahsedilmektedir. Dolayısıyla kelimenin sonundaki -ı, bir tür tanımlıktır. “Kitap okudum.” denirse “herhangi bir kitap” anlaşılır. “Bugün Tanrı’yı çok düşündüm.” deyince de burada (bir müslümansak niyetimizin-MKA) kastımızın Allah olduğu açıktır.
Gramerde belirtili isim tamlaması denilen kelime grubunda da ilk kelimenin aldığı ek bir tür tanımlıktır. “Kapı-nın kolu” denildiği zaman belli bir kapı kastedilmiş olur. “Kapı kolu” ifadesinde ise belli bir kapı söz konusu değildir.
Ancak belirttiğim gibi, nesne ve tamlama dışında, tanımlık ögesine sahip olmayan Türkçede Allah’ın kastedildiği bağlamdan anlaşılır. Yazıda ise büyük harf kullanılır.

Azerbaycan Türkçesinde Allah
Son olarak bazı okuyuculara “fesübhânallah” dedirtecek bir sürprizle incelemeyi bitirelim.
Bugünkü Azerbaycan Türkçesinde Allah kelimesinin “ilah” anlamı da vardır (Altaylı 1994: 35). Azerbaycan Türkçesiyle yazılmış herhangi bir metinde “eski Yunan Allahları” gibi bir ifadeyle her zaman karşılaşılabilir.

Sonuç
Türkler, Müslüman oldukları tarihten bugüne kadar Allah sözünü de Tanrı sözünü de sorunsuz bir şekilde kullanmışlardır. Sözün gelişine ve üsluba göre Allah da diyoruz, Tanrı da diyoruz. Bazı deyimler ise bu iki kelimeyi paylaşmışlardır. Bir kısım deyimler Tanrı ile, bir kısım deyimler Allah ile yapılmıştır. Mesela Allah misafiri demiyoruz, Tanrı misafiri diyoruz. Şemseddin Sami’nin verdiği örnekte olduğu gibi “bütün gün” anlamında Tanrı’nın günü diyoruz. Buna karşılık bir şeye şaştığımız zaman Tanrı Tanrı demiyoruz, Allah Allah diyoruz. Bir de Allahu a’lem (bi’s-savâb) deyimi var. Asıl anlamı “(en doğrusunu) Allah bilir” olan bu ibare, deyim olarak “kim bilir” anlamına geliyor. Daha çok Orta Anadolu’da yaygın olan ellaam / ellaham deyimi de Allahu a’lem’den gelir.
Deyimler ve diğer kalıplaşmış ifadeler, kalıplaşmış oldukları için değiştirilmezler. “Tanrı’mıza hamd olsun, Tanrı Türk’ü korusun!” gibi ibareler de kalıplaşmış ve gelenekleşmiş söz birlikleridir. Yukarıdan beri sıraladığım örnekler ve dil bilimi verilerine göre bunların değiştirilmesi doğru değildir.

KAYNAKLAR
Altaylı, Seyfettin (1994), Azerbaycan Türkçesi Sözlüğü, İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı yayınları.
Arat, Reşid Rahmeti (1947), Kutadgu Bilig I Metin, İstanbul, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Arat, Reşid Rahmeti (1951), Edib Ahmed b. Mahmud Yükneki – Atebetü’l-Hakayık, İstanbul, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Arat, Reşid Rahmeti (1974), Yusuf Has Hâcib – Kutadgu Bilig II Çeviri (İkinci Baskı), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Ata, Aysu (1998), Nehcü’l-Ferâdîs – Uştmaḫlarnıŋ Açuk Yolı – Cennetlerin Açık Yolu III Dizin-Sözlük, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları.
Atay, Hüseyin (Şubat 1995), Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe anlamı (Meâl), Ankara, S/E/K Yayınları.
Ateş, Ahmed (1954), Süleyman Çelebi – Vesîletü’n-Necât – Mevlid, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Bayraktar, Nesrin (2008), Ebû’l-Fazl Mûsâ bin Hacı Hüseyn İznikî – Kasasü’l-Enbiyâ Tercümesi (Metin-Dizin), Ankara, Ebabil yayınları.
Ercilasun, Ahmet B. – Akkoyunlu, Ziyat (2014), Kâşgarlı Mahmud – Dîvânu Lugâti’t-Türk – Giriş-Metin- Çeviri-Notlar-Dizin, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Ergin, Muharrem (1989), Dede Korkut Kitabı I Giriş-Metin-Faksimile, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları (ilk baskı: 1958).
Ergin, Muharrem (1963), Dede Korkut Kitabı II İndeks-Gramer, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları.
Hacıeminoğlu, Necmettin (1968), Kutb’un Hüsrev ü Şirin’i ve Dil Hususiyetleri, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayınları.
Kâşgarlı Mahmud (1990), Dİvânü Lûgati’t-Türk – Tıpkıbasım/Facsimile, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
M. Bahâeddin (1927), Yeni Türkçe Lugat, İstanbul.
Nehcü’l-Feradis I Tıpkıbasım (1956), Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Şemseddin Sami (1317), Kâmûs-ı Türkî, Dersaâdet (İstanbul), İkdam neşriyatı.
Topaloğlu, Ahmet (1978), Muhammed bin Hamza – XV. Yüzyıl Başlarında Yapılmış Kur’an Tercümesi – İkinci Cilt (Sözlük), İstanbul, Kültür Bakanlığı yayınları.
Topaloğlu, Bekir (1989), “Allah”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 02, İstanbul, TDV Yayınları.
Toparlı, Recep – Argunşah, Mustafa ( 2008), Mu’înü’l-Mürîd, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları.
Toparlı, Recep – Çögenli, M. Sadi – Yanık, Nevzat H. (2000), Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları.
[1] Diğer etimolojik görüşler arasında bu kanaatin ağır bastığını, Topaloğlu’nun da ifade ettiğini yukarıda belirtmiştik.
[2] Buradaki n, Anadolu’nun birçok yerinde, gönül, deniz, geldiniz gibi kelimeler söylenirken çıkarılan geniz-damak sesidir.
[3] Okunuş ve anlamlandırmada Arat yayınından yararlandım, fakat bazı değişiklikler de yaptım.
[4] Metin kısmı Hacıeminoğlu 1968: 181’den. Aktarma bana ait.
[5] Metin, Toparlı – Argunşah yayınından, transkripsiyon işaretlerinden arındırılarak alınmıştır. Aktarma bana aittir.
[6] Ayraç içindekiler benim açıklamalarımdır.
[7] Yanlışlıkla urgan yazılmış.
[8] Gerçi bu dillerde de bu kelimeler için artikel kullanılmaz, ilk harfin büyük yazılması yeterlidir.
DİP NOT:
İslam dininde, niyet esastır. “Ameller niyete göre değerlendirilir.”

 Üstelik “Askerin yemek duası”,  dini bir vecibe olmayıp, güzel bir gelenek olarak uygulanan toplu bir duadır.  

“Kalıplaşmış ve gelenekselleştirilmiş” ifadesi ile toplu olarak yapılan bu Allah’a / tek olan ilaha yakarışın, niyazın,  iman ve niyete bağlı olarak “Tanrımıza Hamdolsun, Milletimiz var olsun”  şeklinde yapılması ile “Allah’ımıza Hamdolsun, Milletimiz var olsun”  diyerek yapılmasında; “Allah’tan başka ilah yoktur” ve Hamd (Bütün övgüler) Allah’adır” samimi inancında olan bir müslüman olarak ben bir fark ve / veya mahzur göremiyorum.  

Sayın yazarın makalesinde vardığı: “Yukarıdan beri sıraladığım örnekler ve dil bilimi verilerine göre bunların değiştirilmesi doğru değildir.” Sonucuna katılıyorum.  Ancak kendi zannından kaynaklanan dini ve veya laik gerekçeler ileri sürerek İkisinden birinde dayatmaları da, doğru (dini buyruklara da laiklik ilkesine de uygun) bulmuyor;  İslam dinini ve /veya laikliği tam olarak özümseyemeyen bağnazların suni ve abes bir çatışması olarak değerlendiriyorum.
Zira dinin özü olan, kalpteki samimi İman, Allah ile kulu arasındaki (nevi şahsına münhasir) bir bağ olup, her türlü (dini ve / veya din dışı, geleneksel) zorlamalardan etkilenmez... Kişisel olarak, yemeğe başlarken, inancına bağlı başka bir söz söylemek veya dua okumayı isteyene, dilediğince, dilediği gibi duasını ilk lokmasını ağzına atarken içinden sessizce yapmasına kim, nasıl mani olabilir?...
---
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal 

16 Kasım 2017 Perşembe

RESUL KUR'AN'IN REHBERLİĞİNDE MÜSLÜMAN OLMAK ve İMANA ERMEK


*****


ÖNCELİKLE

KUR’AN’DA SÜNNETULLAH


http://kemaladal.blogspot.com.tr/2016/03/kuranda-sunnetullah.html


*****


10 Nisan 2016 Pazar







KUR’AN’I ANLAMADA YOL HARİTASI

49. sure (HUCURÂT) 14. ayet (Resmi: 49/İniş:105/Alfabetik:37)


قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰـكِنْ قُولُوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْاٖيمَانُ فٖى قُلُوبِكُمْ وَاِنْ تُطٖيعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْپًا اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

Okunuş 
Kaletil a'rabu amenna, kul lem tu'minu ve lakin kulu eslemna ve lemma yedhulil imanu fi kulubikum, ve in tuti'ullahe ve rasulehu la yelitkum min a'malikum şey'a, innellahe ğafurur rahîm. 


Y.N. Öztürk 
Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." 


M. Esed 
Bedeviler, "Biz imana erdik" derler. De ki (onlara, ey Muhammed!): "Siz (daha) imana ermediniz. 'Biz (zahiren) teslim olduk' demeniz daha doğrudur; çünkü (gerçek) inanç henüz kalplerinize girmiş değil". Ama Allah'a ve Elçisi'ne (gerçekten) kulak verirseniz O, hiçbir işinizin boşa gitmesine izin vermez çünkü şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır. 

Dipnot: 49/14*: (Allah ve resulü, kavram olarak, uyulma / itaat yönünden iki ayrı kaynak değildir. Allah'ın indirdiği ve resulünün bildirdiği anlamındadır. Bu sebeple, Kur'an'a uyan / itaat eden, Allah ve resulüne uymuş / itaat etmiş olur - Ayrıca Kur'an ve anadile çevirileri de Allah'ın resulleridir. - MKA).


Öncelikle bakalım ve hatırlayalım:






Her insanın kendi varlık yapısına göre, “Vahiy (Kur’an), Kâinat ve İnsan Kitaplarında” gördüğü, işittiği, okuduğu bir “ayeti” anlamakta bir yolu elbet vardır.

Dileyenlerin yararlanması için, Kur’an’ı anlamada Kur’an’ın gösterdiği yolu, Resul Kur’an’dan görüp anlayıp bildiğimce, 49 / Hucurat  / 14. Ayeti üzerinden , “gözler önüne sermek” tir muradım.


1. Bu ayette (49/14) Allah’ın bize bildirdikleri nedir, nelerdir?

 Ayette(49/14)  bildirdiği ile Allah’ın bilmemizi istediği “hakikat / gerçek” nedir?

 Ayette (49/14) Allah’ın bildirdiği bu “hakikat / gerçek” ile ilgili olarak belirttiği Sünnetullah (Allah’ın yol ve yasası / İlahi kanununu) nedir?

 “Müslüman olmak” ve “İman etmek” arasındaki fark ve / veya bağlantı nedir?...

 Bunları ve fazlasını, gelin birlikte Resul Kur’an’ın bize ulaşan ayetlerinin ışığında beraber tefekkür ederek “doğru” anlamaya çalışalım da, Rahim Allah “imana erdiren” nasibimizi lütfetsin inşallah.


2. Allah’tan bir şeyi bize öğretmesini dilediğimiz, niyaz ettiğimiz her zaman ve her seferde, bu maksatla Resul Kur’an’ın ayetlerini  “gereğince okuduğumuzda”, “gerçeğe / hakikate” ulaştıran “doğru” yu anlamanın yolunda,  hiç hatırımızdan çıkarmayıp, her daim, sürekli dikkate almamız gerekli olan aşağıdaki iki temel kural, tartışılmasız ön kabulümüz olmalıdır.

‘‘KUR’AN’IN BÜTÜNÜNÜ BİLMEDEN BİR KISMINI, BİR AYETİNİ İHMAL EDEREK DE DİĞER AYETLERİNİ DOĞRU ANLAYAMAYIZ.’’

VE

‘‘KUR’AN’A NİSPET ETTİĞİMİZ SINIRLI ANLAYIŞIMIZ VEYA KUR’AN’DAN ANLADIĞIMIZ, KUR’AN’IN MUTLAK MANASI VE HÜKMÜ OLARAK GÖSTERİLEMEZ.’’

Çünkü:

 a. Kur’an ayetlerinin Arapça orijinal lafzı ve bu lafzın mutlak ilahi anlam ve manasındaki “hakikat /gerçek” , mutlak anlamda “tek” olan “ilahi hakikattir /ilahi gerçektir” ve bu tektir; bu “nas / dogma / inak” tır. İnsanlarca bu anlam, “ilahi hakikat / ilahi gerçek”, Allah’ın bildiğinin aynısı olarak algılanıp anlaşılamayacağından, “nas” olanın akıl ve gönül /kalp ile sorgulanması, tartışılması, mümkün değildir.

 “Nas”, Sünnetullah’tır. Allah’ın değişmez, değiştirilemez olan yol ve yasasıdır ki “nas” sorgulanmaz ve tartışılmaz sadece algılanıp anlaşıldığınca kalben kabul edilir ki bu kişisel imandır ve iman Allah ile kulu arasındaki en kuvvetli bağdır.

 Sorgulanabilir ve tartışılabilir olan, iman değildir yani “Kur’an ayetlerinin Arapça orijinal lafzı ve bu lafzın mutlak ilahi anlamı” değildir. Bunun dışında kalan her şeydir.

 Çünkü:  

 İnsanlar, sorumlu tutuldukları Kur’an’a uymak için, onun “nas” olan “ayetlerin orijinal lafızlarını”,  Sünnetullah’ın bir gereği olarak, Allah’ın kendilerine verdiği akıl, gönül /kalp ve indirdiği Vahiy (Kur’an), Kâinat, İnsan Kitaplarında gösterdikleri ile düşünüp, akledip kendilerince “doğru” anlamak ve algılayıp anladıklarını da sorgulayıp, tahkik etmekle de emrolunmuştur.

Ve Allah, hiç kimseye gücünün üstünde ve verdiğinin dışında herhangi bir şey için sorumluluk yüklemez. Allah mutlak Alim (bilen, bilici) ve mutlak Adil’ dir.

Kur’an ayetlerinin Arapça orijinal lafzı dışındaki ayetin manasını açıklayan bütün insan sözleri, kişisel algı, anlayış ve kabulün ürünleri olan kişisel “doğru” lardır ki bu doğrular, şüphesiz “nas” değillerdir.

“Nas” olmadıkları için, İnsanların yazıp söylediği, Arapça orijinal lafzı dışındaki ayet ve Kur’an çeviri, açıklama ve yorumları,  sorgulanabilir, tahkik edilebilir, tartışılabilir.

 Bu sebeple de ayettin lafzına ve / veya Kur’an’ ayetleriyle verilen ilahi mesaja nispet edilmiş olan beşeri algı, anlayış ve kabullerimiz,  ayetin mutlak  (ilahi)  manası ve Kur’an mesajının mutlak (ilahi) hükmü olarak gösterilemez ve bu anlamda kabul edilemez.

 Bunun için: ‘‘KUR’AN’A NİSPET ETTİĞİMİZ SINIRLI ANLAYIŞIMIZ VEYA KUR’AN’DAN ANLADIĞIMIZ, KUR’AN’IN MUTLAK MANASI VE HÜKMÜ OLARAK GÖSTERİLEMEZ.’’ Denmiştir.

 b. Gerçeği / hakikati / mutlak ilahi bilgiyi, maksadına tam uygun olarak, yalnız ve ancak Allah bilir.

 İnsanlar, Allah’ın indirdiği ve veya gösterdiği, Vahiy (Kur’an), Kâinat, İnsan Kitaplarında bildirdiği İlahi maksadı / muradı, maksadına uygun olarak, ancak, beşeri takat ve çabalarının oranında algılayıp, anlayabilirler.

 İnsanların bu takat ve çabaları sonucundaki seçim ve eylemlerimden kaynaklanan kazanımları da kişilerin Allah Katında yargılanma ve hesaba çekilmelerindeki değerlendirmeye esas olan dünyadaki sınavlarının ana konusudur.

Bu bağlamda, “Tefsir” sözcüğü, terim olarak “Kur'an'ı, Yüce Allah’ın muradına delâlet (kılavuzluk, aracılık)  etmesi yönünden beşerî bilgi, takat ve çabaların oranında açıklamak” demektir.

Aslında insanların Kur’an’ı / ayetleri “tefsir “ etmeleri, yorumlamaları demek,  Kur’an’da iyi anlaşılmayan / anlaşılamamış bir şeyi açıklamak, daha iyi anlaşılır hale getirmek değildir. Var olan gerçeği, insanların kendi algı anlayış ve kabulüne uygun doğrularla, hem kendilerinin ve hem de başkalarının yararlanması için ortaya koymaları, gözler önüne sermeleri demektir.

Zira Kur'an'ın bizzat kendisi yüceler yücesi Rabbimiz tarafından yapılmış en güzel tefsirdir. Ku’ran, kendi içinde en güzel yorumu (ahsena tefsir) yaptığını söyler. (25/33).

Allah Kur’an'ın öğretilmesini de ( 55/1-2), açıklanmasını da (75 / 17-19) üzerine al­mıştır. Kur’an, kendi kendini açıklar. Kur’an'ın bir ayetinde anlaşıl­ması gerekli konu tamamlanmadıysa, başka bir ayetin ilave yapma­sıyla, o ayeti açıklamasıyla konu anlaşılır Çünkü Bir ayetteki kısa ve öz ifadeler, daha ilerideki surelerde detaylandırılmış olan ayetler ile açıklanmıştır.

 (Kur’an'ın kendi açık­lamasına şu konuyu örnek verebiliriz. 1- Fatiha Suresi 4. ayet "Din gününün sahibidir O" şeklindedir. Din gününün ne olduğunu an­lamayan kişiler tüm Kuran'da bu terimi araştırırlar. Bu terimin 15-Hicr Suresi 35. ayet, 26- Şuara Suresi 82. ayet, 37- Saffat Suresi 20. ayet, 38- Sad Suresi 78. ayet, 83- Mutaffifin Suresi 11. ayet ve di­ğer geçişlerini inceleyenler bu terimin öldükten sonraki yeniden di­rileceğimiz günü ifade ettiğini anlarlar. Bu örnekte olduğu gibi din adına anlamamız gereken tüm bilgi Kur’an'ın içindedirKur’an ken­di kendini açıklar.)

Kur’an, tıpkı Kâinat kitabı gibi,  tıpkı insan kitabı gibi her şeyin bir şeyle ve bir şeyin her şeyle irtibatlı olduğu bir kitaptır / ayetler topluluğudur. 

 Din adına anlamamız gereken tüm bilgi Kur’an'ın içinde olduğu ve Kur’an ken­di kendini açıkladığı için: ‘‘KUR’AN’IN BÜTÜNÜNÜ BİLMEDEN BİR KISMINI, BİR AYETİNİ İHMAL EDEREK DE DİĞER AYETLERİNİ DOĞRU ANLAYAMAYIZ.’’ Denmiştir.


3. Bir ayeti ve / veya Kur’an’ın verdiği mesajı anlamak niyetiyle düşünüp incelerken:


 a. Aklımız ermez de yanlış anlarsak diye endişe etmeyelim. Çünkü: 2/233*: İnsanın İman veya Küfrü Seçmesinde ve İnsan Davranışlarının Oluşmasında, Allah'ın yol ve yasası: Sünnetullah: Allah hiçbir benliğe yaradılış kapasitesinin / gücünün üstünde bir yük / sorumluluk yüklemez (gücün yetmediğinde sorumluluk yoktur). Bak: 2/286; 6/151-153; 7/42; 23/57-62; 65/7.


 b. Yeter ki biz, Resul Kur’an’ın bize bildirdiğini anlamak için beşeri takat ve çabamızı ortaya koyalım. Çünkü:  2/58*: İnsanın İman veya Küfrü Seçmesinde ve İnsan Davranışlarının Oluşmasında, Allah'ın yol ve yasası: Sünnetullah: Allah'ın lütfu müstesna insanın öz kazancından başkası yoktur: İnsanın özgür seçme ve tercihi ile kesbettiği / yaptığı iş /eylem / ameline göre karşılığını Allah yaratır ve hem dünyada hem de ahirette tam olarak verir Bak: 2/59, 281; 3/30, 182; 4/88; 7/43, 147; 8/50-51; 10/26-27, 30, 52; 11/111; 14/51; 16/111; 22/10; 27/89-90; 28/84; 36/54; 39/24, 61-62, 70; 40/17, 40; 46/19; 52/21; 53/39, 41; 99/7-8


 c.  İNSANIN KESBİ VARDIR - ALLAH BİLİR - O, KULLARINA ZULMETMEZ. Bu sebeple anlamak için sarf ettiğimiz beşeri takat ve çabamızda samimiyetimizin yeterliliği oranında ve sonucunda,  ayeti ve/ veya  “Kur'an'ı, Yüce Allah’ın muradına delâlet (kılavuzluk, aracılık)  etmesi yönünden” algılayıp anlayacağız. Çünkü:  1/6****: Din: Fıtrat Dini İslam (Haniflik): Müslümanlar (Kendini Allah'a Tam Teslim Edenler) : Doğru / Dosdoğru Yol: (İtikat: İman Esasları: İman:) Sünnetullah: Allah Hadi'dir. 'Allah'a inanıp O'na sarılanları O, kendisinden bir rahmetin ve lütfun içine sokacak ve onları kendisine ulaşan dosdoğru bir yola kılavuzlayacaktır'. Bak: 3/51,101; 4/68, 175, 5/16; 6/39, 153, 161; 7/16; 10/25; 11/56; 15/41; 16/76, 121; 19/36, 43; 23/73; 24/46; 36/4, 61; 37/118; 42/52; 43/43, 64; 46/30; 48/2, 20; 67/22; 81/28


 d. Sadece –Allah bizi onlardan biri olmaktan korusun- YAPTIKLARI SÜSLÜ GÖSTERİLENLER, KALPLERİ MÜHÜRLENENLER, SAĞIR / DİLSİZ VE KÖRLER, “KUR'AN'I, YÜCE ALLAH’IN MURADINA DELÂLET (KILAVUZLUK, ARACILIK)  ETMESİ YÖNÜNDEN” ALGILAYAMAZ VE ANLAYAMAZLAR. Bu İmandan nasipsiz “hüsrana erenler” şunlardır:

 2/212*: İnsanın İman veya Küfrü Seçmesinde ve İnsan Davranışlarının Oluşmasında, Allah'ın yol ve yasası: SünnetullahYAPTIKLARI SÜSLÜ, GÜZEL /DOĞRU GÖSTERİLENLERArzularına uyup küfre sapanlara, yaptıkları süslü, güzel / doğru gösterilir. Bak: 3/14; 6/43, 108, 122; 8/48; 9/37; 10/12; 13/33; 27/4, 24; 29/38; 35/8; 40/36-37; 47/14.

 2/6***: İnsanın İman veya Küfrü Seçmesinde ve İnsan Davranışlarının Oluşmasında, Allah'ın yol ve yasası: SünnetullahKALPLERİ MÜHÜRLENENLERArzularına uyup küfre sapanların kalplerini, seçimleri / kazandıkları sebebiyle Allah mühürler. Bak: 2/6-7; 4/155; 6/46; 7/100-102; 9/86-87, 93; 10/74, 88; 16/107-109; 30/58-59; 40/35; 45/23; 47/16, 24; 63/1-3

 2/17***: İnsanın İman veya Küfrü Seçmesinde ve İnsan Davranışlarının Oluşmasında, Allah'ın yol ve yasası: Sünnetullah: DİLSİZ, SAĞIR VE KÖRLER: Arzularına uyup küfre sapanların kalplerini, seçimleri / kazandıkları sebebiyle Allah mühürlendiğinde, onlar inanç tutum ve davranışlarını değiştirmedikçe sağır / dilsizdirler, işitmezler, kördürler, görmezler, kalpleri kılıflı / kabukludur, anlamazlar. Bak: 2/18; 5/70-71; 6/25; 7/179, 194-195; 8/21-22; 17/45-46, 97; 18/57, 100-101; 21/45; 27/80-81; 30/52-53; 31/7; 36/66; 41/5; 43/40; 47/22-24; 71/5-7.


 e. Bu böyledir. Çünkü: Bu Kur'an'ı sana farz kılan, elbette ki seni vaat edilen yere / belirlenen sona götürecektir. De ki: "Hidayeti getireni de açık bir sapıklık içinde olanı da en iyi Rabbin bilir." 28. sure (KASAS) 85. ayet



4. Şimdi ayetimizi (49/14), ön şartlamış aykırı duyum bilgilerimizi bir tarafa bırakarak, Allah’ın öğretmesi için, Resul Kur’an’ın anadilimize çevirilerinden istediklerimizden gereğince okuyalım. 

Ben genelde Yaşar Nuri Öztürk ve Muhammed Esed tercümelerini beraber okuyorum. Siz dildiğiniz meali seçin, varacağınız sonuç değişmeyecektir.

 Çünkü: “Allah sizin, dönüp dolaşacağınız yeri de varıp ulaşacağınız yeri de bilir.” 47. sure (MUHAMMED) 19. Ayet




5. İlk önce, ayeti ve öncesi ve sonrasındaki ayetleri okuyup;  Sözün gelişinden, Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğundan, ayetteki hitabın kime olduğunu ve ayette bildirilenlerin kimleri kapsadığını / ilgilendirdiğini öğrenip anlayalım.

 a. “Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki:” İfadesinden,  bedevilere nispetle ve bu durumda olanlara kıyasen,  HİTABIN, PEYGAMBERE YAPILDIĞINI ve bir önceki ayet (49/13)başındaki “Ey insanlar” hitabından da,  AYET HÜKMÜNÜN İNANMIŞ VEYA İNANMAMIŞ, KADIN VEYA ERKEK AYIRIMI OLMAKSIZIN TÜM “İNSANLARI “ KAPSAYIP İLGİLENDİRDİĞİNİ ANLARIZ.

 b. "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir.  ” ifadesinden anlayabileceklerimiz:

 (1) “İMAN ETMEK” VE “MÜSLÜMAN OLMAK” AYNI ŞEY DEĞİLDİR, FARKLI ŞEYLERDİR.

49 / Hucurat  / 14. Ayetteki “Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir.” İfadesinin açık anlamındaki İMAN ETMEK” VE “MÜSLÜMAN OLMAK” ayrımı, 33 / Ahzâb / 35. Ayetinde de yapılır:

Allah şu kişiler için bir affediş ve büyük bir ödül hazırlamıştır: Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar, mümin erkekler, mümin kadınlar, itaat eden erkekler, itaat eden kadınlar, özü sözü doğru erkekler, özü sözü doğru kadınlar, sabreden erkekler, sabreden kadınlar, Allah korkusuyla ürperen erkekler, Allah korkusuyla ürperen kadınlar, sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar, ırz ve iffetlerini koruyan erkekler, ırz ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler, Allah'ı çok anan kadınlar. “ (33 / 35)

“İMAN ETMEK” VE “MÜSLÜMAN OLMAK” arasındaki farkları da öğrenmek istersek gene Kur’an’a müracaatla İMAN / MÜMİN ve MÜSLÜMAN /MÜSLİM ile İSLAM konusundaki tüm ayetleri bulup bilip incelememiz gerekir ki bu şu andaki konumuzdan ayrı uzun bir bahistir.

  (2) GÖRÜNÜŞTE “MÜSLÜMAN OLAN”, “İMANA ERDİM “DESE DE,  KİŞİNİN “İMANI KALBİNE GİRMEMİŞSE ”  KİŞİ İMAN ETMİŞ  DEĞİLDİR.

Algı ve anlama beraberliğimiz için şu kadarını belirtmeliyiz ki: Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed'e vahiy yoluyla bildiri­len dinin adıdır. Bu dine iman eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan kimsele­re de müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük mânası "boyun eğmek, tes­lim olmak"tır. 

Bedevilerin yaptığı da İslâm'ın sözlük mânasını gerçekleştirmekten ibaret idi.

İncelediğimiz ayetin devamındaki,  49 / Hucurat  / 15. Ayette:

 “Müminler ancak şu kimselerdir ki, Allah'a ve resulüne iman ederler; sonra hiçbir kuşkuya düşmezler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda didinirler. İşte bunlardır, özü sözü birbirine uyanlar. (49/15) diye bildirilmiştir.

Demek ki, sözüyle iman ettim diye şahadet getirerek İslam dinini kabul eden / MÜSLÜMAN OLAN KİŞİLER, İMANA ERDİM “DESELER DE ALLAH'A VE RESULÜNE, KUR’AN’DA BİLDİRİLENLERE KALBEN İNANMADIKÇA; SONRA DA HİÇBİR KUŞKUYA DÜŞMEYEREK VE MALLARIYLA, CANLARIYLA ALLAH YOLUNDA DİDİNMEDİKÇEKİŞİNİN “İMANI KALBİNE GİRMEMİŞTİR ” ve   KİŞİ İMAN ETMİŞ (MÜMİN) DEĞİLDİR.

    3) İMAN KALBİNE GİRMEDİKÇESADECE DİLİYLE / LİSANIYLA İMAN ETTİK DİYENLER, ALLAH KATINDA İMAN ETMİŞ SAYILMASALAR DA, MÜSLÜMAN OLARAK KABUL GÖRÜRLER.

İman kalbine girmeden / iman etmeden Müslüman olmak, kendi içinde iki kısım olarak mütalaa edilebilir:

      ·     İMANA ULAŞMADAN MÜSLÜMAN OLANLAR:

Bunun örneği 49 / Hucurât /14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi bilinen manada münafık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hâkimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle söz konusu âyette Allah, onların iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslâm” olduğunu izah etmiş, iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman “mümin” olabileceklerini, şimdiki durumda “müslim” olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir: Eğer Allah'a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." (49 / Hucurât / 14)

 İMANA ULAŞMADAN MÜSLÜMAN OLANLAR,  SONRADAN İMAN KALBİNE GİRERSE,  “İMAN SAHİBİ ” MÜMİN OLURLAR.

       ·           İMANA ULAŞTIKTAN SONRA ONU REDDEDİP MÜSLÜMAN GÖRÜNENLER:

 Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir.

 Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır.

 Birinciler imandan habersizken; ikinciler haberlidir.

 Birinciler bilinçsizken; ikinciler bilinçlidir.

 Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu da “iman” zannetmişlerdir.

Bu ikinci kesime giren müslüman tipi olan münafıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münafıklar gibi) münafık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri açısından daha yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır.

 4 / Nisâ  / 137. âyeti, bu tür münafıklığı iyi açıklamaktadır: "Allah onları affetmeyecek, onları hiçbir yola kılavuzlamayacaktır.”

 Onlar ki inandılar, sonra küfre saptılar; yine inandılar, tekrar küfre saptılar, sonra da küfrü artırdılar; işte Allah onları affetmeyecek, onları hiçbir yola kılavuzlamayacaktır.” (4/137)

    ( 4 ) TÜM İNSANLARIN İMANLARI HAKKINDA HÜKÜM SAHİBİ, İMANIN KALPLERE YERLESİP YERLEŞMEDİĞİNİ BİLEN VE PEYGAMBERE BİLDİREN ALLAH’TIR.

Müslüman olmanın alameti amelleridir. Salad (Namaz), Oruç, Hac, Zekât vs. tüm ibadetler amellerdir. Şahadet getirmek dahi dil ile yapılan ameldir/ iştir. Tüm amelleri, işleri, tutum ve davranışları “zahir”dir;  İnsanlarca görünür, gözlemlenir, bilinir.

Ama İman Allah’la kulu arasındadır. İnsanlarca bilinmez.

Çünkü Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. 

İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa hak; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur. (Örneğin Bakınız: 29/52: 40/12; 12/106)

Mümin de Allah'a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, reddetmesi gerekir. Reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir:

“Dinde baskı - zorlama - tiksindirme yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan açık bir biçimde ayrılmıştır. Her kim tâğuta sırt dönüp Allah'a inanırsa hiç kuşkusuz sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Kopup parçalanması yoktur o kulpun. Allah, hakkıyla işiten, en iyi biçimde bilendir. “ (Bkz. 2/ Bakara / 256).

 Hak iman, Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman insanlara Allah'tan başka ilah olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir.

Hak imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu ispatlamak için Allah'ın, hakkında delil / âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır:

 "O'nun yanında nelere kulluk ediyorsunuz? Sadece bir takım isimlere ki, adlarını siz ve atalarınız koymuştur. Onlar hakkında Allah, hiçbir kanıt indirmemiştirHüküm yalnız Allah'ındır. O, yalnız ve yalnız kendisine kulluk etmenizi emretti. Eskimez ve pörsümez din işte budur. Ama insanların çokları bilmiyorlar." (12/Yûsuf / 40)

Bu sebeplerle:

 HER KİM Kİ BU DÜNYADA BİR BAŞKASININ İMANINI  YARGILARSA, KUR’AN’IN BİLDİRDİĞİNCE, O KİŞİ KENDİNİ  HÂŞÂ ALLAH’A ORTAK KOŞMUŞ / ŞİRKE DÜŞMÜŞTÜR.

 ÇÜNKÜ HÜKÜM YALNIZ VE YALNIZ ALLAH’INDIR (6/57; 6/62;  12/40; 12/67; 28/70; 28/88.) 

 VE O HÜKMÜNE KİMSEYİ ORTAK ETMEZ.(3/128; 18/26)

 DİN YALNIZ ALLAH'A ÖZGÜLENİR. (7/29; 39/2; 39/11;39/14: 40/14; 40/65; 72/18; 98/5)

c. “Eğer Allah'a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez.” İfadesinin içeriliğinden, bunun bir Sünnetullah (Allah’ın yol ve yasası), bir hüküm ve bir vaat sözü olduğunu anlarız.

 AÇIKTIR Kİ BU SÖZÜ İLE ALLAH, KUR’AN’A UYMAK YOLUYLA ALLAH’A VE RESULÜNE UYUP İTAAT ETMELERİ HALİNDE, İMAN ETTİM DİYEN VE FAKAT İMANI KALBİNE GİRMEMİŞ MÜSLÜMANLARI” DA,  İMANSIZLAR GİBİ DEĞİL, İMAN KALPLERİNE GİRMİŞ MÜSLÜMANLAR GİBİ YARGILAYARAK, YAPIP ETTİKLERİNİN DÜNYA VE AHİRETTEKİ KARŞILIĞINI HİÇ NOKSANSIZ VERECEĞİNİ MÜJDELEMEKTEDİR.

d. “Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."


6. Bu konu için kullandığım başlık olan “MÜSLÜMAN OLMAK TERCİH; İMANA ERMEK NASİPTİR” ifadesiyle anlatmak istediğimi Kur’an ayetleri ışığında anlayıp değerlendirmeyi dileyenler, Lütfen Bakınız: 




7. SONUÇ:

 ÖZELLİKLE İMAN BAHSİNDE HERKESİN DOĞRUSU KENDİNEDİR, İMANI SADECE KENDİNİ BAĞLAR. GERÇEĞİ DE ANCAK VE YALNIZ ALLAH BİLİR.

 Ey âlemlerin rabbi olan yücelerin yücesi Allah’ım, Hamd sanadır. Bana ve senden dileyenlere “kalplerine iman girmiş” kullarından olabilmeyi nasip et inşallah.

 Biliriz ve inanırız ki, yalnız ve ancak sana kul olanlara (teslim olanlara),” başka hiçbir şeye kulluk yapmadan” sen dilediğince dosdoğru yolunda kılavuzluk edersin.

 Kendi “doğrularımızla”,  AMENNA  (inandık, öyledir,) /  İMAN ETTİK DEDİK ve bize bahşettiğin özgür iradelerimiz ile yapabilmemizi lütfettiğin ÖZGÜR SEÇİM VE TERCİHLERİMİZLE sana teslim olarakMÜSLÜMAN OLDUK.

 ALLAH’IM, Senin sözlerin Haktır (mutlak hakikattir, gerçektir). Sana ve elçine itaat etmek ve uymak maksat ve niyetiyle Resul Kur’an’ı okuyup anlamaya çalıştığımızdaBİZİM “DOĞRULARIMIZI”,  SEN,  HAK İLE (İLAHİ GERÇEK HAKİKAT, İLAHİ GERÇEK İLE) İLE BULUŞTUR VE ÖRTÜŞTÜR Yarabbi

 İMANIN KALPLERİMİZE GİRMESİNİ BİZE DE LÜTFUN İLE NASİP ET ALLAHIM.

 SEN HER ŞEYİ İŞİTEN GÖREN VE BİLENSİN.

M. Kemal Adal
10 Nisan 2016 / İZMİR


*****

İRŞAD İÇİN CEVAPLAR - 19


NEDEN MÜSLÜMAN OLMAK TERCİHTİR DE İMANA ERMEK NASİPTİR?

Din olarak kendine İSLAM’I seçen ve “ LA İLAHE İLLALLAH = Allah’ın varlığına, tekliğine, O’ndan başka ilah olmadığına İMAN ETTİM “ diyen bir kişi, MÜSLÜMAN (Allah’a teslim) OLMUŞTUR /MÜSLİMDİR.

Bu kişinin tercihin ikrarıdır Kişinin kendi dili ile söylediği sözüdür. İçinde bulunduğu topluma beyanıdır. O halde müslüman olmak veya olmamakkişisel bir seçim ve tercihtir.

Bakınız:



 Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. 

 İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa hak; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur. (Örneğin Bakınız: 29/52: 40/12; 12/106)

“Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." 49 / 14.

Müslüman (Allah'a teslim) olanın, diliyle söylediği “İMAN ETTİM” sözüyle kastının, “Allah'a ve elçisine aklının kabulü ile bağlılığı /itaati ve Kur’an’da bildirdirilenleri kalben tasdiki” olduğu varsayılır. 

Çünkü gerçekte kimin “İMANA ERDİĞİNİ”  yani kimin MÜMİN olduğunu, kişilerin kalplerindeki  “kabul ve tasdik ”edilenleri algılama, anlayış ve bilincini,  bunların gerçek mahiyetini  ( nitelik, vasıf, öz, asıl, esas, içyüz.) ve Kur’an’a uygunluğunu ve nihayette söylediği ile yaptığının / imanı ile amelinin,  sözüyle – özünün bir olup olmadığını Yalnız ve Ancak Allah bilebilir.

Bu bağlamda, bir insanın amelleri / yapıp ettikleri ile ilgili olarak, dünyevi yargılama yapılıp hüküm verilebilirse de, imanıyla ilgili olarak söylenen insan sözlerinin  “zan” olmaktan başkaca bir değeri yoktur. Kur’an’a göre de “Doğrusu da şu ki sanı, haktan hiçbir şey ifade etmez.” 10/36.

Şimdi, Kur’an’da Allah’ın bildirdiği olumlu alanlarda Hak İmana erip ermediğimizi nereden bileceğiz. Çünkü biz Kuran’da bildirilene, algılayıp anladığımızca ve Allah’ın verdiği Akılımızı ve gönlümüzü çalıştırarak ne bilebilmişsek, kalbimize giren İmanımız odur.  

 Kendi “doğrularımızla”,  AMENNA  (inandık, öyledir,) /  İMAN ETTİK DEDİK ve Allah’ın bize bahşettiği özgür iradelerimiz ile yapabilmemizi lütfettiği ÖZGÜR SEÇİM VE TERCİHLERİMİZLE Allah’a teslim olarak, MÜSLÜMAN OLDUK.

 Allah’ın sözleri haktır (mutlak hakikattir, İlahi gerçektir). Allah’a ve resulüne itaat etmek ve uymak maksat ve niyetiyle Resul Kur’an’ı okuyup anlamaya çalıştığımızdaBİZİM “DOĞRULARIMIZIN”,  ALLAH’IN İNDİRDİĞİ KİTAPTAKİ  HAK İLE (MUTLAK HAKİKAT, İLAHİ GERÇEK İLE) İLE BULUŞARAK, ÖRTÜŞÜP ÖRTÜŞMEDİĞİNİ, RABBİMİZ ALLAH’TAN BAŞKASI BİLEMİYECEĞİNE GÖRE, Sünnetullah çerçevesinde İMANIN KALPLERİMİZE GİRMESİNİ GERÇEKLEŞTİRECEK DE ve BİZE  LÜTFU İLE İMANA / HİDAYETE EREBİLMEYİ NASİP EDECEK (PAYIMIZI VERECEK) DE ŞÜPHESİZ ALLAH’TIR.

 ALLAH, HİDAYETE ERDİRENDİR.  HER ŞEYİ İŞİTEN GÖREN VE BİLENDİR. ALLAH'TAN BAŞKA DA HİDAYETE ERDİREN YOKTUR:

Şu bir gerçek ki, sen istediğin kişiyi doğru yola iletemezsin. Ama Allah, dilediğine kılavuzluk eder. Hidayete erecekleri O daha iyi bilir. 28. sure (KASAS) 56. ayet 

Artık sen ölülere işittiremezsin. Dönüp gittikleri takdirde sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Ve sen körleri de sapıklıklarından aydınlığa çıkaramazsınSen ancak, ayetlerimize iman edenlere dinletirsin de onlar müslüman oluverirler. 30. sure (RÛM) 52-53. ayet 

İşte bu sebeple:

İMAN, KİŞİSEL SEÇİM VE TERCİHİNE BAĞLI OLARAK DİLEYENLERİN NASİBİDİR.

 Nasip nedir?

Nasip: (sözlükte birinin payına düşen / bir kimsenin elde edebildiği, sahip olabildiği / kısmet, talih, baht, kazanç denilen şey,)  herkesin / insanların kendi seçim ve tercihinin eyleme dönüşmesinin bir sonucu olarak, Allah’ın dilemesiyle kendine dönen, iyi veya kötü “kazanım” larıdır.

Bakınız:

İMAN VE NASİP


M. Kemal Adal
11. Nisan 2016/ İZMİR


*****



14 Şubat 2016 Pazar




İMAN VE NASİP



Bu (Kur’an), bir öğüt verici, düşündürücüdür. Dileyen, Rabbine doğru, bir yol edinir.” 73. sure (MÜZZEMMİL) 19. ayet



İMAN, KİŞİSEL SEÇİM VE TERCİHİNE BAĞLI OLARAK DİLEYENLERİN NASİBİDİR.

Nasip nedir?

Nasip: (sözlükte birinin payına düşen / bir kimsenin elde edebildiği, sahip olabildiği / kısmet, talih, baht, kazanç denilen şey,)  herkesin / insanların kendi seçim ve tercihinin eyleme dönüşmesinin bir sonucu olarak, Allah’ın dilemesiyle kendine dönen, iyi veya kötü “kazanım” larıdır.

 İnsan için, çabası karşılığında, nasibinden ötesi ( fazlası / eksiği) yoktur.

Çünkü:

Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yokturVe onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir53. sure (NECM)39- 41. ayet

Çünkü:

Korunup sakınanları Allah, kendi başarıları yüzünden kurtarır. Ne kötülük dokunur onlara ne de kederlenirler. Allah Haalik'tir, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil olan da O'dur. 39. sure (ZÜMER) 61-62. ayet
Ve:

 Kim güzel bir işe aracı olursa ondan ona bir pay vardır. Kim kötü bir şeye aracı olursa ondan da ona bir pay vardır. Allah her şeye, herkese gıda ulaştırır, Mukît'tir. 4. sure (NİSA) 85. ayet



 İnsan, kişisel seçim ve tercihiyle inancını; inancına bağlı dilemesiyle de nasibini belirler.

Allah, seçim ve tercihi size bırakmıştır.

Çünkü:

İnsanlardan bazısı şöyle der: "Ey Rabb'imiz, bize dünyada ver." Böylesi için ahirette bir nasip yoktur. Onlardan kimi de şöyle yakarır: "Ey Rabb'imiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver. Ve bizi ateş azabından koru. İşte böyle diyenlere kazandıklarından bir nasip vardır. Allah, hesabı çok çabuk görür2. sure (BAKARA) 200-202. ayet



Böyle olduğu için, Ayetlere ve ahirete inanmayanların dünyada kazandıklarından ahirette işlerine yarayacak bir nasipleri yoktur. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler,  sadece dünyada yapıp ürettiklerini karşılık olarak bulacaklardır.

Ayetlerimizi ve ahirete varılacağını yalan sayanların tüm yaptıkları, boşa gitmiştir.Bulacakları karşılık, yapıp ürettiklerinden başkası olmayacaktır. 7. sure (A'RAF) 147. ayet



 Nasip ile ilgili Sünnetullah (Allah’ın değişmez yol ve yasası, varlık kanunları) odur ki:

Allah'ın ayetlerine inanmayanlara Allah kılavuzluk etmez. Onlar için acıklı bir azap öngörülmüştür. 16. sure (NAHL) 104. ayet

Allah'ın izni olmadıkça hiçbir musibet gelip çatmaz. Kim Allah'a inanırsa Allah O'nun kalbini doğruya ve güzele kılavuzlar. Ve Allah her şeyi en iyi biçimde bilmektedir64. sure (TEĞÂBÜN) 11. ayet

Bizim uğrumuzda didinenleri biz, yollarımıza elbette ulaştıracağız. Allah, güzel düşünüp güzel davrananlarla mutlaka beraberdir. 29. sure (ANKEBÛT) 69. Ayet

... Gerçek şu ki Allah, bir toplumun mâruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak içlerindekini / birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmez…13. sure (RA'D) 11.

Bu böyledir. Çünkü Allah bir topluma lütfettiği nimeti, o toplum birey olarak içlerindekini / birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmemiştirVe Allah, iyice işiten, gereğince bilendir8. sure (ENFÂL) 53. ayet

Doğrusu, biz insanı karışım olan bir spermden yarattıkHalden hale geçiririz onu.Sonunda onu işitici, görücü yaptık. Biz onu yola kılavuzladık. Artık ya şükredici olur ya nankör. 76. sure (İNSÂN) 2-3. ayet



Herkes kendi inancını beğenir, İnanmayana da yaptığı güzel görünür ama İnanla inanmayan benzeşmez, bir değildir.

Ya o kişi? Yaptıklarının kötülüğü kendisine allanıp pullanmış da onu güzel görüvermiş.Doğrusu şu: Allah dilediğini / dileyeni saptırır, dilediğini / dileyeni de doğruya ve güzele kılavuzlar. O halde canın onlar için üzüntülere dalmasın. Hiç kuşkusuz, Allah onların ürettiklerini / ortaya koydukları oyunları çok iyi bilmektedir. 35. sure (FATIR) 8. ayet

Bu, kendi, ellerinizin üretip önden gönderdiği yüzündendirAllah, kullara asla zulmedici değildir. 3. sure (ÂLİ IMRÂN) 182. ayet

Çünkü:

Körle, gören bir olmaz! Karanlıklarla ışık da bir olmaz! Gölge ile sıcaklık da aynı değildir. Diriler de eşit olmaz, ölüler de. Allah dilediğine / dileyene işittirir. Ama sen, kabirlerdekilere işittiremezsin! 35. sure (FATIR) 19-22. ayet



Bu sebeple, güzel düşünüp güzel davrananlara kazandığından fazlası / dahası da varken, kötülük kazananlar sadece “ellerinin kazandığına” teslim edilmişlerdir.

Güzel düşünüp güzel davrananlara güzellik var. Dahası da varOnların yüzlerine kara da bulaşmaz, zillet de... Cennetin dostlarıdır onlar; sürekli kalıcıdırlar orada. Kötülük kazananlara ise kötülüğün miktarınca karşılık vardır. Ama yüzlerini bir zillet de kaplar. Onları Allah'tan kurtaracak kimse yoktur. Yüzleri gece parçalarından karanlıklarla kaplanmış gibidir. Ateşin dostlarıdır bunlar. Sürekli kalıcıdırlar içinde. 10. sure (YÛNUS) 26-27. ayet 
Dinlerini oyun ve eğlence haline getirmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak da o Kur'an ile şunu hatırlat: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığına teslim edilirse onun, Allah dışında ne bir dostu kalır ne de şefaatçisi. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez. İşte bunlar, kazandıklarına teslim edilmişlerdirNankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve korkunç bir azap vardır6. sure (EN'ÂM) 70. ayet
İşte orada, her benlik önceden gönderdiği şeyi kendisi deneyecektir. Hepsi gerçek Mevlâ'larına döndürülmüş, iftira aracı yaptıkları şeyler kendilerini koyup gitmiştir. 10. sure (YÛNUS) 30. ayet

Çünkü Allah, her benliği kendi kazandığıyla karşı karşıya getirecektir. Allah, hesabı çok çabuk görür. 14. sure (İBRÂHİM) 51. ayet

Zalimlere"kazanmış olduğunuzu tadın!" denildiğinde, kıyamet günü o kötü azaptan yüzünü kim koruyabilir? 39. sure (ZÜMER) 24. ayet



Allah, hür iradeleri ile inkârı  / küfrü seçenlerle ilgili olarak, Kur’an’da elçisine buyuruyor ki:

Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldığı halde, onlardan yüz çeviren ve iki elinin hazırlayıp önden gönderdiği şeyleri unutandan daha zalim kim olabilir? Şu bir gerçek ki, biz onların kalpleri üzerine onu anlamamaları için kabuklar geçirdik, kulakları içine de ağırlıklar koyduk. Onları hidayete çağırsan da bu durumda hidayete asla ulaşamazlar. 18. sure (KEHF) 57. ayet 

De ki: "Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum." Ama sağırlar, uyarıldıklarında çağrıyı işitmezler ki! 21. sure (ENBİYÂ) 45. ayet

Sen, ölülere işittiremezsin. Eğer dönüp giderlerse, sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Ve sen, düştükleri sapıklıktan körleri de çıkaramazsın. Teslim olmuş kişiler halinde ayetlerimize inananlardan başkasına sesini duyuramazsın. 27. sure (NEML) 80-81. ayet
Artık sen ölülere işittiremezsin. Dönüp gittikleri takdirde sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Ve sen körleri de sapıklıklarından aydınlığa çıkaramazsın. Sen ancak, ayetlerimize iman edenlere dinletirsin de onlar müslüman oluverirler. 30. sure (RÛM) 52-53. ayet

 Allah, Seçim ve tercihleri öyle olduğu için o kalpleri mühürler.

Yemin olsun ki, biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü örneği verdik. Sen onlara bir mucize getirsen, o inkâr edenler mutlaka şöyle diyeceklerdir: "Siz, eskiyi hükümsüz kılanlardan başkası değilsiniz." İlimden nasipsizlerin kalpleri üzerine Allah işte böyle mühür basıyor. 30. sure (RÛM) 58-59. ayet
Kendilerine gelmiş bir kanıt olmaksızın Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenlerin durumu, hem Allah katında hem de inananların katında büyük bir öfke konusu olmuştur.Allah, tüm zorba, kibirli kalpler üzerine işte böyle mühür basıyor. 40. sure (MÜ'MİN) 35. ayet

İçlerinden bir kısmı seni dinler, sonra senin yanından çıktıklarında, kendilerine ilim verilmiş olanlara şöyle sorarlar: "Az önce ne söyledi?" İşte bunlar, Allah'ın, kalplerine mühür bastığı kimselerdir, boş arzularının ardına düşmüşlerdir. 47. sure (MUHAMMED) 16. ayet


 İmandan nasipsiz olanlar için Sonuç:

Peki bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var? 47. sure (MUHAMMED) 24. ayet

Başlarına gelenler; ahitlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve "kalplerimiz kılıflıdır" demeleri yüzündendir. Doğrusu, Allah küfürleri yüzünden kalpleri üzerine mühür basmıştır da pek azı müstesna, iman etmezler. 4. sure (NİSA) 155. ayet

De ki: "Düşünün bakalım; Allah, işitme gücünüzü, gözlerinizi alsa, kalpleriniz üzerine mühür bassa, Allah'tan başka hangi ilah onları size geri verecek?" Bak nasıl türlü türlü açıklıyoruz ayetleri, yine de yüz çeviriyorlar! 6. sure (EN'ÂM) 46. ayet

Kendisinin ilahı olarak kendi duygu ve arzusunu almış kişiyi gördün mü? Allah onu bir ilim üzerine saptırmış, kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış, gözünün üstüne de bir perde çekmiştir. Allah'tan sonra ona kim kılavuzluk edecektir. Hâlâ düşünüp ibret almıyor musunuz? 45. sure (CÂSİYE) 23. ayet


İmandan nasibi olanlar için Sonuç:

Ey iman edenler! Siz, kendinizi düzeltmeye bakın. Siz, doğru yolda oldukça sapmış olan size zarar veremezTümünüzün dönüşü Allah'adır. O size neler yapıyor olduğunuzu haber verecektir. 5. sure (MÂİDE) 105. ayet

Eğer hatırlatmak yarar sağlarsa hatırlat / öğüt ver! 87. sure (A'LÂ) 9. ayet


Son Söz:

Allah, dileyene, dilediğini, dilediğince “nasip” eder.

“Vahiy”, “Kâinat” ve” İnsan” kitaplarının “ayet”leri ışığında, Seçim ve Tercihlerimizi düşünerek ve bilinçli yapalım. İnşallah.

M. Kemal Adal
27 Şubat 2014 / İZMİR
*****


20 Ocak 2016 Çarşamba


KUR’AN VE İNANÇ

A.                İNANÇ; TARTIŞILABİLİRLİK ANLAYIŞI VE SINIRI NEDİR?


Bakın Türk Dil Kurumu “İnanç” kavramını nasıl açıklamış:

 İNANÇ: 1Bir düşünceye gönülden bağlı bulunma: “Bilhassa kadınlar arasında hurafeye inanç fazla buralarda.” -F. Otyam. 2. Birine duyulan güven, inanma duygusu. 3. İnanılan şey, görüş, öğreti: “Kendi getirdikleri inançtan başka her şeye kapalıdır zevkleri.” -N. Ataç. 4. din b. Tanrı'ya, bir dine inanma, akide, iman, itikat: “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” -Anayasa.
 Güncel Türkçe Sözlük 

 Tanımından anlaşılabileceği gibi, İnanç kişilere özgüdür. Bu sebeple, inançların din kültürü (teoloji) olarak değil; kişisel bazda tartışabilirlik sınırlarını doğru olarak belirlemek gerekir. Karşılıklı iletişimde “doğru anlaşılmak” adına, eski bir yazımdan alıntıyla konuya giriş yapmak istiyorum.

 Öncelikle ve özellikle belirtmek isterim ki kimsenin inancını yargılamak veya inancımı, itikadımı başkalarına belletmek gibi bir niyet ve maksadım yoktur, olamaz.Çünkü bu inancımla uyuşmaz.

 Her zaman, her ortamda, açık ve net olarak ifade ettiğim, tutum ve davranışlarımla da göstermeye çalıştığım şey, özümsediğimce, “Atatürkçü Düşünce” sahibi bir Türk (iftihar ediyorum) ve “Kuran”a sarılmış bir Müslüman (Hamd ediyorum) olarakbenimsediğim değerleri isteyenlerle paylaşmaktır.

 Dini içerikli yazılarımdaki muhataplarım, ancak inananlar ve bir müminin Kuran’ dan edindiği İslam itikadını bilmek isteyenlerdir. 


 AMACIM:

“İnsan, Kâinat ve vahiy Kitapları”ndan görüp bildiğimce Hakkı / gerçeği, görüp bilmek isteyenlerin görüş sahasına koymaktır.

Ne Atatürkçü Düşünce Sistemi ve ne de İslami İtikat, kimsenin tekelinde değildir. Bu bağlamda muhataplarımın, amacım doğrultusunda muhatabı olabilmek için uğraşıyı ibadet bilmekteyim.

İman, Allah ve kul arasındadır, kimde olduğunu da Allah bilir. Kimsenin dini inancı kimseyi ilgilendirmez; beni de ilgilendirmez ama hiçbir “Kitap” bilgisine dayanmaksızın, “Kuran Değerleri”ni,  bilgisizce cehaletten veya daha kötüsü bilip de nefsi çıkarı için, kişisel arzusu için kullananlar, aslından saptıranlar ve her ne maksatla olursa olsun insanları Allah ile aldatanlar, Kuran’a iftira atanlar, topluma zarar verenler karşısında sessiz kalamam.

BUNLARIN İNANÇLARIYLA DEĞİL, BUNLARIN İNANCIMLA İLGİLİ YANLIŞLARINI, HAKSIZLIKLARINI GÖSTEREBİLMEYİ DE “CİHAD” OLARAK BİLİRİM.

Çok sık “Dini içerikli” yazmamın sebebi ve yazılarımın çerçevesi budur. Bu yazı da Kuran ayetlerinin derlenmesiyle oluşturulmuş, oldukça uzun bir inceleme ve tefekkür yazısıdır. Artık dileyen yazıyı okur, düşünür; dileyen vazgeçer / vazgeçmez, bildiğine bakar.

B.                İNANCI BELİRLEYİP OLUŞTURAN NEDİR?


 İster inanlardan olun ister inanmayanlardan, İnancınız ne olursa olsun hiç fark etmez, bir kere olsun aklınıza gelip düşündünüz mü ki:

 “ İki kardeş, aynı babadan olma ve aynı anadan doğma, genleri müşterek, aynı aile ve çevrede yetişmiş, aynı toplumun ve ortamın iki ayrı / farklı kişisi. Konu din olmuş olmamış farketmez, biri inananlardan olmuş  biri inanmayanlardan…Acaba neden?...”

 Soruyla ilgili düşüncemi bildiğimce, Din konusunda ve Kur’an referansları ile açıklayayım, siz bu açıklamayı isterseniz, istediğiniz konuda istediğiniz referanslarla göre değerlendirin, bakalım fark var mı?

1.                 Müşterek (ortak) dilin ve anlamanın etkisi


 İnancın belirlenmesinde okunanı ve işitileni anlamak için ortak bir dilin olması gerekir. Ortak dil, anlamanın olmazsa olmazlarından birisidir. Ama lisan, tek başına sadece bir iletişim vasıtasıdır, aracılık görevi yapan bir araçtır. Kişiler için de bir toplum için de, maksada göre en kolay ve en iyi kullanılan lisan da elbette ana dilleridir. Buna rağmen “ana dil” de olsa, lisan tek başına inancın veya inançsızlığın sebebi değildir. Çünkü:

 “Eğer biz onu yabancı dilde bir Kur'an yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: "Ayetleri ayrıntılı kılınmalı değil miydi? / Arap'a yabancı dil mi? / ister yabancı dilde, ister Arapça!" De ki: "O, iman edenler için bir kılavuz, bir şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve Kur'an, onlar için bir körlüktür. Böylelerine, çok uzak bir mekândan seslenilmektedir” (41 / Fıssulet / 44)

 “Biz onu Arapça konuşmayanlardan birine indirseydik de, O onu onlara okusaydı, yine de ona inanmayacaklardı.” (26 / Şuara / 198 – 199)

 Ortak dilin (Araplar için Arapça; Türkler için Türkçe, ortak ana dildir) kullanılmasıyla, bir konuyu “anlamak,” o konuda bir inancın oluşmasında, olmazsa olmaz bir temel teşkil ederse de, bir şeyi “anlamak” da tek başına inancın veya inançsızlığın sebebi değildir.

Çünkü: Anlamak tek başına inanmak için yeterli olsaydı Arapça sözü anlama sıkıntısı olmayan Ana dili Arapça olan tüm Arapların da toptan inananlardan olması icap ederdi. Yalın haliyle anlamak, “hak vermek” ve “kabul etmek” demek değildir.

 “Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir (49 / Hucurat / 14)

 Dil müşterek de olsa, söylem aracı olan lisandaki, kavram, terim, tanım ve isimler, insanların algılama, anlama ve anlaşmalarını sağlayan, kolaylaştıran unsurlar olmasına rağmen, bu kavram, terim ve tanımlamalarda anlama ve algılama farklılıkları, aynı toplumun insanları arasındaki yanlış anlaşılmaların ve anlaşamazlıkların ana sebeplerinden biridir.

Herhangi bir konudaki kavram, terim ve tanımların kapsam ve içeriğini farklı anlayıp algılayan birçok insan, bunun farkına varamadığı süreçte, aynı lisanla konuştuğu fakat yakından tanımadığı kişileri ve söylemlerini, muhatabının ifade maksadının dışında kendi değerlerine göre algılar ve öyle yorumlar.

Mevlana’nın söylediği, "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler." İfadesi, insan fıtratına ait bir gerçektir. Bu yaratılış gerçeği, İnsan Kitabındaki Sünnetullah’ tır. Bu, “Anlaşabilmek için aynı dili konuşmak gerekmez” demek değildir; “Aynı dili konuşanlar, aynı şeylere inanıyorsa ve aynı şeyleri hissediyorsa kolayca ve doğru anlaşırlar” demektir. 

Ortak dil, tek başına “doğru anlamak” için yeterli olmasa da, “doğru anlamak” için olmazsa olmazlardan birisidir

a)               Bu sebepledir ki: Allah,  mesajlarını seçtiği peygamberlerine / elçilerine, toplumun anlaması için o toplumun diliyle göndermiştir.


Allah’ın elçisi / resulü olan son peygamber de (Hz. Muhammed), tüm insanlar için kendisine Arapça  olarak indirilen / vahyedilen Allah sözünü (Kuran) , ana dili Arapça olmayan toplumlara, anlamaları için, o toplumların diliyle konuşan kendi elçileriylegöndermiş ve tebliğ etmiştir.

Doğru algılayıp anlayıp anlamanın en kestirme yolu, ana dilde konuşup yazmaktır.

Gönüllerdeki inanç ve duygu beraberliği, insanların birbirlerini doğru anlamanın ötesinde birbirleriyle anlaşmalarında ve dillerindeki lisan beraberliğiyle birlikte, bir coğrafyadaki toprağı “vatan”, orada yaşayan halkı da “millet” yapan unsurların başında gelir.

b)               Şüphesiz, Sünnetullah’ ın gerçekleri değişmez. Farklı ve değişken, değişir ve değiştirilebilir olan, insanların doğrularıdır. Değişen o insanların onları anlayış ve kavrayış şeklidir.  İnsanların hür iradeleri ile yaptıkları seçim ve tercihleridir.

Örneğin:

“Allah Gani’dir, dileyene dilediğini dilediğince verir.”ifadesiyle bir Kur’an gerçeği ifade edildiğinde: 


Bazıları: ”Dileyen ne dilerse, Allah onu verir.” diye anlar ve öyle inanır, ona göre bir yol tutar kendine;

Bazıları: ”Dileyenin dileğini, Allah’ın kendisi dilediği gibi verir” diye anlayıp öyle inanır ve bir başka yola girerler.

Sünnetullah’ tan bilgi sahipleri ise : “Her ikisi de olur” diye anlar ve öyle inanırlar.         

c)                Dildeki lisan ile gönüllerdeki inanç ve duygu ile ilgili aşamalar ve gerçek odur ki:


“Söyledim! Duydu anlamına gelmez.
Duydu! Doğru anladı anlamına gelmez.
Anladı! Hak verdi anlamına gelmez.
Hak verdi! İnandı anlamına gelmez.
İnandı! Uyguladı anlamına gelmez.
Uyguladı! Sürdürecek anlamına gelmez”

Bunların ayrımına varanlar doğru bilgilenir, gerçeği bulur ve fikir sahibi olurlar.

Bilgilenme sürecinde, kendini bilen, İlkelerinden ve kendi değer yargılarına göre doğrularından emin olan kişiler, duydukları çevresindeki farklı düşünce ve fikirlere, sorgulama sürecinde,  hak vermeseler bile, sadece bunları doğru anlamakla da kendilerini geliştirirler.

Bu kişiler, yararlanabilecekleri olumlu bir kazanım elde ederler ve toplumsal uzlaşmaya katkı sağlayabilirler.

2.                 Kalbin tasdiki


İnancı belirleyen, kişinin aklını ve gönlünü çalıştırarak, tefekkür sonucu idrak ileanladıklarına hak verip vermediği ve kalbinin onaylayıp onaylamadığıdır.

 İNANMAK, Bir şeyi doğru olarak benimsemektir; özümseyerek kendine mâletmektir.Birini doğru sözlü olarak bilmek, güvenmektir; Bir şeyin varlığını, doğruluğunu kabul etmektir; Tanrıyı (Müslümanlar için Allah’ı), sevecek, güvenecek ve bağlanacak en yüksek varlık olarak bilmektir; iman etmektir. 

 Anladığına hak verip inanmak için, aklın anladığını, kalbin, gönlün, duyguların da beğenip onaylaması gerekir ki bu da İnsan Kitabındaki Sünnetullah’ tır (Allah’ın yol ve yasasıdır).

 Kim ne derse desin, kime ne dersek diyelim, anlayıp, hak verip, kabul edip yürekten doğruladığımız ne ise, inandığımız da odur.

 Her insanın kendi değer yargılarına (doğrularına) göre inandığı gerçekler, o insanın inancıdır.

 İMAN, kalbin tasdiki ve hür irade ile dilin ikrarıdır.

İman, izafidir, subjektiftir, nefes alan can adedincedir ki kimde ve nice olduğunu kişinin kendisinden başka ancak ve yalnız Allah bilir ve bu sebeple İman’ı sadece Allah yargılar.

İnsanlar ise, insanın sözünü işitir, tutum ve davranışını (eylemlerini) görür ve kendi inancıyla karşılaştırarak değerlendirirse, zahirde görünenle o kişinin imanı ile ilgili olarak, sadece dünyevi geçerli, kişisel bir intiba edinebilir.

Hem birey olarak İnsanın ve hem toplumun, olgunlaşıp gelişmesi için, inançların sorgulanması (tahkiki) gerekli fakat eyleme dönüşmedikçe yargılanması abestir.

Müteşabih olanı tevil etmeden inanç konusunda gerçekler, “kalp / gönül” ile idrak edilir dediğimde, Bilimsel olarak, "Gerçekler organlarla değil, beyinle algılanır" diyerek karşı çıkanlar,  “Kalp / gönül” den Kur’an’daki kastın, bilimsel olan, “akıl dâhil, bireyin kişiliğini yansıtan tüm karakteristik özelliklerin  kaynağı olan” üst sistemi, “beyin”i işaret ettiğini algıladıklarında,  yukarıdaki yazılanlarla bilim arasında, bilimsel manada ve özde bir çelişki olmadığını görebileceklerdir.

 Çünkü Rahman’ın Sünnetullah’ ı mutlak gerçektir.

 BU KAPSAMDA İNANCI BELİRLEYİP OLUŞTURAN, KİŞİSEL KABULLERİMİZ / DOĞRULARIMIZ, SEÇİM VE TERCİHLERİMİZDİR.


C.                İMAN / İNANÇ İLE İŞ, EYLEM (UYGULAMA) İLİŞKİSİ

                                                                                                                             

1.                 İman / inanç,  insanların kişisel seçim, tercih ve sorumluluğu; eylemleriyle beraber Dünya hayatındaki sınavıdır.

 ALLAH, indirdiği (Vahiy) ve gösterdiği (Kâinat ve İnsan) Kitaplarında,  insanlara Hak ile batılı / iyi ile kötüyü /doğru ile yanlışı / güzel ile çirkini anlatıp göstermiş; Dileyene / dilediğine bunları ayırt etme gücünü,  Sünnetullah kapsamında vermiştir.

ALLAH,  peygamberlerini sadece TEBLİĞ (Hakikati Duyurma), İNZAR (Uyarma)  ve TEBŞİR(Müjdeleme) ile görevlendirmiş ve yetkilendirmiş; İnsanlara seçim ve tercihlerine göre yol gösterip, onları kılavuzlayıp hidayete erdirmeyi ise yine Sünnetullah kapsamında üzerine almıştır.

2.                 İnsanların inançları ile özgür seçim ve tercihleri üzerinde, peygamberlerin ve vesvese veren iblis soyu / iblis izleyicileri olan cin ve insan şeytanları da dâhil olmak üzere, hiçbir varlığın, zorlayıcı yaptırım güçleri yoktur.


3.                 Her şey Sünnetullah kapsamında olur ve kişiler, inanç ve eylemlerinde, sorumlulukları kendilerine ait olmak ve sonuçlarına katlanmak üzere, üstlendikleri “emanet”i kullanırlar.


4.                 Dinde Zorlama Yoktur:


  DİNDE BASKI - ZORLAMA - TİKSİNDİRME YOKTUR. DOĞRU VE GÜZEL OLAN, ÇİRKİNLİK VE SAPIKLIKTAN AÇIK BİR BİÇİMDE AYRILMIŞTIR. Her kim tâğuta sırt dönüp Allah'a inanırsa hiç kuşkusuz sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Kopup parçalanması yoktur o kulpun. Allah, hakkıyla işiten, en iyi biçimde bilendir” (2 / Bakara / 256)

 “ONLARIN İYİYİ VE GÜZELİ BULMALARI, SENİN ÜZERİNE BİR BORÇ DEĞİLDİR. TAM AKSİNE, DİLEDİĞİNİ / DİLEYENİ İYİYE VE GÜZELE KILAVUZLAYAN ALLAH'TIR…” (2 / Bakara / 272)

 “EĞER RABBİN DİLESEYDİ, YERYÜZÜNDEKİ İNSANLARIN HEPSİ TOPTAN İMAN EDERDİ. Hal böyle iken, mümin olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın! “ (10 / Yunus / 99)

“ŞU BİR GERÇEK Kİ, SEN İSTEDİĞİN KİŞİYİ DOĞRU YOLA İLETEMEZSİN. Ama Allah, dilediğine kılavuzluk eder. Hidayete erecekleri O daha iyi bilir.” (28 / Kasas / 56)

 “Kuşkusuz, bu Kitap'ı biz sana insanlar için hak olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa kendi aleyhine sapmış olur. SEN ONLAR ÜZERİNE VEKİL DEĞİLSİN.” (39 / Zümer / 41)

 “GERÇEK ŞU Kİ, SİZE RABBİNİZDEN GÖNÜL GÖZLERİ GELMİŞTİR. KİM GÖRÜRSE KENDİSİ YARARINA, KİM KÖRLÜK EDERSE KENDİSİ ZARARINA... BEN SİZİN ÜZERİNİZE BEKÇİ DEĞİLİM.” (6 / Enam / 104)

 “BİZ ONU YOLA KILAVUZLADIK. ARTIK YA ŞÜKREDİCİ OLUR YA NANKÖR.” (76 / İnsan / 3)

 “Artık uyar / düşündür! Çünkü sen bir uyarıcı / düşündürücüsün. ÜZERLERİNE MUSALLAT BİR DESPOT DEĞİLSİN.” (88 / Ğaşiye / 21-22)

 “Ve de ki: "HAK, RABBİNİZDENDİR. ARTIK DİLEYEN İNANSIN, DİLEYEN İNKÂR ETSİN."…” (18 / Kehf / 29)

a)               Allah, bir beşer olarak peygamberinin yetki ve gücünü apaçık açıklıyor:


“De ki: "BEN SİZE ZARAR VERME GÜCÜNE DE IŞIK VE AYDINLIK VERME GÜCÜNE DE SAHİP DEĞİLİM." De ki: "Allah'tan beni hiç kimse kurtaramaz ve O'nun dışında bir sığınak da asla bulamam." "Ancak Allah'tan bir tebliğ ve O'nun mesajlarından bir şeyler sunabilirim…" (72 / Cin / 21-23)

b)               İnsanlara (sorumlu varlıklara) duyuruluyor:


 “Yemin olsun… Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirene. Ardından da ona bozukluğunu ve takvasını ilham edene ki, BENLİĞİ TEMİZLEYİP ARINDIRAN, gerçekten kurtulmuştur. ONU KİRLETİP ÖRTENSE kayba uğramıştır” (91  /Şems / 1; 7-10)

c)               Sorumluluğun Şeytanın üzerine yüklenemeyeceği vurgulanıyor:


 “Benim kullarım aleyhine senin elinde hiçbir güç / kanıt olmayacak. Azgınların seni izleyenleri müstesna." (15 / Hicr / 42)

 “Şu bir gerçek ki şeytanın elinde, iman edip yalnız Rablerine dayananlar aleyhine hiçbir sulta / hiçbir kanıt yoktur. ONUN SULTASI, SADECE ONU DOST EDİNENLERLE ALLAH'A ORTAK KOŞANLAR ÜSTÜNDEDİR.“ (16 / Nahl / 99 -100)

d)               Ve Sünnetullah olarak insanlar / toplum, uyarılıyor:


 “Sizden, sözü saklayan da açıklayan da geceye sığınıp gizlenen de gündüz yol alan da onun için birdir. Her biri için onu önünden ve arkasından izleyen gözcüler vardır ki, kendisini Allah'ın emrine bağlı olarak koruyup denetlerler. GERÇEK ŞU Kİ ALLAH, BİR TOPLUMUN MÂRUZ KALDIĞI ŞEYLERİ, ONLAR, BİREY OLARAK İÇLERİNDEKİNİ / BİREY OLARAK KENDİLERİNE İLİŞKİN OLANI DEĞİŞTİRMEDİKÇE, DEĞİŞTİRMEZ…” (13 / Rad / 10-11)

 “Bu böyledir. ÇÜNKÜ ALLAH BİR TOPLUMA LÜTFETTİĞİ NİMETİ, O TOPLUM BİREY OLARAK İÇLERİNDEKİNİ / BİREY OLARAK KENDİLERİNE İLİŞKİN OLANI DEĞİŞTİRMEDİKÇE, DEĞİŞTİRMEMİŞTİR. Ve Allah, iyice işiten, gereğince bilendir.”( 8 / ENFÂL / 53)

 “Biz, elçileri sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. KÜFRE SAPANLAR İSE BÂTILA YAPIŞARAK ONUNLA HAKKI KAYDIRMAK İÇİN UĞRAŞIYORLAR. Onlar, ayetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri eğlence edindiler.” (18 / Kehf / 56)

SEN HA UYARMIŞSIN ONLARI HA UYARMAMIŞSIN, FARK ETMEZ ONLAR İÇİN; İNANMAZLAR.” (36 / Yasin / 10)

 “SEN ANCAK RABLERİNDEN İÇİN İÇİN KORKANLARI VE NAMAZ KILANLARI UYARIRSIN.” (35/ Fatır / 18)

 “EĞER HATIRLATMAK YARAR SAĞLARSA HATIRLAT / ÖĞÜT VER! İÇİNE ÜRPERTİ DÜŞEN, ÖĞÜT ALACAKTIR. İÇİ KARARMIŞ BEDBAHT İSE ONDAN KAÇINACAKTIR” (87 / A’lâ / 9-11)

 “De ki: "Bilgi Allah'ın katındadır. Bana gelince, ben ancak açıkça uyaran biriyim." (67 / Mülk / 26)

 “Yine de yüz çevirirlerse artık sana düşen, açık bir tebliğden başka şey değildir.” (16 / Nahl / 82)

 “Ve de ki: "HAK, RABBİNİZDENDİR. ARTIK DİLEYEN İNANSIN, DİLEYEN İNKÂR ETSİN." (18 / Kehf / 29)

D.                İNSANLARIN TEBLİĞDE YETKİ VE SORUMLULUKLARI:


Allah’ın emirleri bunlar iken, kendi kendilerini mümin (inanan) olarak nitelendiren bazı insanların,peygambere verilen yetki ve görevin üzerinde bir yetki ve görev ile “din” adına amaç ve görev yüklenmesi, dinde aşırılığa gitmektir ki bu anlayış, şirk (Allaha ortak koşmak) ile özdeştir. Kuran mesajının ışığında bu bağlamda:

 İnananlar, Kuran’daki İslam’ın duyurulması ve Kuranın emir ve yasaklarına uyulmasını teşvik etmek dışında ve ötesinde başkaca bir şeyle yetkili ve mükellef değildirler.

 Hiç kimse, hiçbir kişi tarafından, hiçbir maksatla İslam Dinine girmeye ve inancını buna göre oluşturmaya veya değiştirmeye zorlanamaz. Çünkü dinin özü ve ruhu imandır. İman ise tamamen hür iradeye bağlı olarak yapılan vicdani bir kabul, seçim ve tercihtir.

 Hiçbir zorlama teşebbüsü, kalp ve vicdandaki samimi inancı olumsuz yönde etkileyemez. Zira iman, kalp ve vicdanın tasdiklemesidir, gönülden onaylaması, doğrulamasıdır.  Zorlama ile ikrar (söz ile ifade) değiştirilebilirse de samimi iman değişmez. Bu sebeple her türlü zorlamaya, dinin özü ve ruhu kapalıdır.

1.                 İnançta, Sünnetullah gereği olarak, insan ancak içinden geliyorsa gönlü imana yatkınsa iman edebilir. Bu manada dinde zorlama zaten yoktur, olamaz.


 Böyle bir zorlama yapılırsa, maksat ne olursa olsun, Allah’ın hakkını inkârdır. Çünkü Herkesin dini inancında serbest olması, sorumluluğu ve hesabı kişisel olarak Allah’a verilecek İslami bir kural olarak,  Allah’ın insanlara tanıdığı bir haktır.

 Ayrıca, zorlama ile yapılan bütün amel ve fiiller, İslami inanç, ibadet ve muamele açısından da kesinlikle makbul ve muteber kabul edilemez. Zira böylesi iş ve oluşlar, “Ameller niyetlere göredir” ilkesine gereğince, Allah’ın rızasından uzaktır.

 Zorlama ile yapılan amelde (işlerde) dinin vaad ettiği sevap da bulunmaz. Kişisel rıza ve niyet bulunmayınca hiçbir amel, Allahın da razı olduğu bir ibadet olmaz. 


2.                 İnançta ve Amelde, Dinin isteklerinin hepsi, Allah’ın hoşnutluğunu / rızasını kazanmak maksadıyla, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır.


İlaveten Dinde insanlara yapılacak zorlamalar, İslam’ın temel düşüncelerinden biri olan “sınama” anlayışına da ters düşerÇünkü insanın zorlama ile hakka / gerçeğe / doğruya / iyiye / güzele tabi olması halinde; zor sebebi olmadığında, kendi arzu ve isteği ile Allah rızasını kazanmak için, bunlara uyup –uymayacağı sınanamaz.

3.                 Zorlama, zorlayana bir sevap kazandırmaz; üstelik eziyet etmektir ki, günahtır.


 Zor korkusuyla katlanılan ve yapılan dini istekler de, zorlanma sebebiyle yapana, zorlama baskısından kurtulmaktan öteye, Allah indinde geçerli bir yarar, sevap sağlamaz.

 Dinde zorlama büyük vebal getirir ve zorlama yapanlar hesabı unutmamalıdır ki, Allah yeminle (kendi tanıklığında) uyarıyor: 

 “ Yemin olsun, kendilerine elçi gönderilenleri muhakkak hesaba çekeceğiz; gönderilen elçileri de mutlaka hesaba çekeceğiz. Onlara bir ilmin tanıklığında bütün serüveni mutlaka anlatacağız. Biz olup bitenlerden habersiz değildik.” (7 / Araf / 6-7)

E.                 FARZ, GÜNAH, AHLAK İLİŞKİSİ


Farz, Kur’an’da Allah’ın yapın ve yapmayın dedikleridir. Muhkem ayetlerle sabittir.  

 (Bkz, Kur’an ve Anlam:  http://kemaladal.blogspot.com.tr/2016/01/kuran-ve-anlam.html  )


Kur’an’daki  “GÜNAHKÂRLAR, GÜNAH VE GÜNAHLAR”  ile ilgili ayetleri topluca bir arada okuyup hatırlar, 

 (Bakınız:  SÜNNETULLAH (ALLAH'IN YOL VE YASASI) E- KİTAP (MKA) İNDİR)


ve


 (Bkz. Dinde Mütekabiliyet ve Sünnetullah -5 ve 6. GÜNAHKÂRLAR, GÜNAH VE GÜNAHLAR)

Sonra da algılayıp anladığınızı, Kur’an’daki “GÜZEL AHLAK”  ile ilgili ayetler / öğütler ilekarşılaştırırsanız, 

 (Bkz. GÜZEL AHLAK E- KİTAP (MKA) İNDİR )

Kuran’ın tamamı göz önüne alınarak, İnsanın ahlaki sorumlulukları ile ilgili olarak başlıklar halinde “GÜZEL AHLAK”  yazısında yapılan özet bir tasniflemede başlıklar halinde sıralanan ve hepside aynı zamanda evrensel olan İNSANIN KENDİSİNE VE ÇEVRESİNE KARŞI AHLAKİ SORUMLULUKLARI İLE FARZ, GÜNAH VE AHLAK DEĞERLERİ ARASINDA HİÇBİR ÇELİŞKİ BULAMAZSINIZ. Görebileceğiniz sadece uyumdur.


1.                 İnsanın kendisine ve çevresine karşı ahlaki sorumluluklarıyla ilgili olarak, yazıda başlıklar halinde tasniflenen:


a)                GÜZELLİKLER / DOĞRULAR / SALİH AMELLER / İYİ VE ÖVÜLEN TUTUM VE DAVRANIŞLAR,  Kur’an’da ayrıntılı kılınarak bildirildiği şekliyle farzdır. Evrensel Ahlak değerleri ile de örtüşür. Sadece kişiyi değil, tüm toplumu ilgilendirir.


b)                ÇİRKİNLİKLER / YANLIŞLAR / BATIL AMELLER / KÖTÜ VE YERİLEN TUTUM VE DAVRANIŞLAR , Kur’an’da ayrıntılı kılınarak bildirildiği şekliyle Günah’tır, yasaklanmıştır. Evrensel Ahlak değerleri ile de örtüşür. Sadece kişiyi değil, tüm toplumu ilgilendirir.


2.                 İnsanın Allah’a karşı ahlaki sorumluluklarıyla ilgili olarak, yazıda başlıklar halinde tasniflenen , İYİ VE ÖVÜLEN TUTUM VE DAVRANIŞLAR ile KÖTÜ VE YERİLEN TUTUM VE DAVRANIŞLAR, Kur’an’da ayrıntılı kılınarak bildirildiği şekliyle inananlardan veya inanmayanlardan olmayı belirleyen bir İMAN KONUSU olarak, Allah ile kulu arasında özünde kişiseldir. Kişisel inançla yapılan amellerin / işlerin, toplumda tecellisi ve etkisiyle toplumsaldır. İnananlar dünyasında evrenseldir.



 Din, bireylere doğru yolu göstermek içindir. Toplum bireylerden oluşur. Bireyleri doğru yolda ise toplum da doğru yoldadır ve bir dünyevi düzen de kurulmuştur. Kur’an’ın “günah” deyip yasakladığı işlerde, kişilere ve topluma bir yarar yoktur veya zararı, yararından çoktur. Bu sebeple Kur’an ile bunlar (kişiye ve topluma zararlı veya zararı yararından çok olanlar), “Haram” kılınıp, “Günah” denip, yasaklanmıştır.

 Dikkatinizi çekmek isterim ki, hiç kimse, Kur’an’da delilini göstermedikçe bir şeyi “haram” kılamaz, “günah” diyemez ve kendi nefsinden başkasına da yasaklayamaz.İmanın ve Kur’an ahlakının gereği budur. Hiç kimsenin  İslam dini  adına ,dillerinin uydurma nitelendirmeleriyle "Şu helaldir, şu da haramdır!" demeye hakkı ve vazifesi yoktur.

 Diğer taraftan, Günahtan kaçınmanın dünyadaki yararı, topluma da olduğu için, bu “ahlaki” eylemi yapan kişiye Ahiret’te de karşılığını tam olarak alacak şekilde, “sevap” yazılmaktadır.

 Toplum hayatı içinde yaşayan fertler olarak, şayet inananlardansak, bir olay karşısında inancı ne olursa olsun, herhangi bir kişinin “haram”, “günah” veya “ahlak – ahlaksızlık” yakıştırmalarını, kendi algılayışımızdaki gibi Kur’an ayetlerinden sorgulamak esastır.

 Sorgulamadan uygulamak, kişisel sorumluluğu kaldırmadığı gibi, toplumsal düzene de olumlu bir katkı sağlamaz.

3.                 Kur’an İnananları için, sonuç olarak :


Hepimizi terazisi “Kur’an” da olsa, hepimizin tartmadaki  akıl ve gönlümüzün kalibrasyonu ve değerlendirmedeki “ölçü” (kader) lerimiz farklı farklıdır.

 Bilgi, emek ister; iş, çaba – gayret ister. İşitelim, görelim; İşte Kur’an, okuyalım, bilelim…

Başkalarının dediklerini de dinleyelim, değerlendirelim. Lakin nihai karar, tercih ve seçim hakkımızı kimseye ipotek etmeyelim.

BAŞKALARI FETVA VERSE DE SEN FETVAYI KALBİNE SOR”  diyen Hz. Muhammed’i İzleyelim.

4.                 Kur’an’a inanmayanlar için, sonuç olarak:



Kimsenin, kimseyi inandırma misyonu, yetkisi ve gücü yoktur.  
“Paslı çiviyi sökmek zordur.”


F. Bacon’un sözleriyle:

“YALANLAMAK VE REDDETMEK İÇİN; İNANMAK VE HER ŞEYİ KABULLENMEK İÇİN; KONUŞMAK VE NUTUK ÇEKMEK İÇİN OKUMA! TARTMAK, KIYASLAMAK VE DÜŞÜNMEK İÇİN, OKU!”

ANLATMAK İSTEDİĞİNİ DEĞİL DE ANLAMAK İSTEDİĞİNİ ANLAYANLAR İÇİN, SÖYLENEN HER BİR SÖZ FAZLADIR.


M. Kemal ADAL
İZMİR
10 Ocak 2013

*****