İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

8 Ekim 2017 Pazar

ALİ ŞERİATİ - 4: SÂMİRÎ, BEL’AM-İ BÂ’ÛR, FERİSÎLER, İNKILABÎ DİN ve MUHAFAZAKÂR DİN



SÂMİRÎ


Musa (a.s), yıllarca süren sıkıntı ve mücadelelerden sonra kavmine, bir olan Allah’ı tanıttı ve kavmini, hurafecilik, putperestlik ve buzağıya tapma gibi o dönemin şirk biçimlerinden temizledi. Ancak Sâmirî, insanları yeniden buzağıya tapar hale getirmek için, Musa’nın, (a.s) kavminden uzakta kısa bir süre geçirmesini fırsat bilerek bir buzağı heykeli yaptı. Hâlbuki insanların tapınmaları için buzağı heykeli yapan bu kişi, tanrıtanımaz ve dinsiz değildi; bilakis, dine inanan hatta insanları dine davet eden biriydi.

BEL’AM-İ BÂ’ÛR


Bel’am-i Bâ’ûr, materyalist bir filozof ya da bir natüralist miydi? Hayır, o dönemin en büyük din adamlarından biriydi ve insanlar dinî konularda ona danışırlardı. Ancak o, Musa’ya (a.s) karşı çıktı ve kendisine olan dinî bağlılıktan dolayı insanlar üzerinde daha etkili olup hak dine tarihteki en büyük zararlardan birini verdi.

FERİSÎLER[4]


Hz. İsa’ya bir bakın! Ölünceye- Hıristiyan inancına göre çarmıha gerilinceye- kadar çektiği acılar, gördüğü baskılar, duyduğu küfürler, kendisi ve annesi hakkında yapılan en bayağı iftira ve ithamların arkasında Ferisîler vardı. Hâlbuki o vakit, dini, müdafaa ve himaye etme iddiasında olanlar da onlardı ve onlar, materyalist, zındık ya da mulhid değillerdi. Zaten o dönemde materyalizm diye bir şey de yoktu. Onlar, Hz. İsa ve havarilerine karşı şirk dininin bayraktarlığını yapan kimselerdi.

İslâm peygamberine bir bakın! Uhud’da, Tâif’de, Hevâzin’de, Mekke’de, Bedir’de ona kılıç çekenlerden kaç kişi ateist ya da dinsiz idi? Bir kişi bile bulmak mümkün değildir. Hepsi de doğru ya da yanlış, bir şekilde inanıyorlardı; fakat Hz. Muhammed (s) ve ona inananları yok etmek de istiyorlardı. Neden böyle yapıyorlardı? Çünkü –onların iddiasına göre- Muhammed, Hz. İbrahim’in evine olan saygınlığı bitirecek, onların dini inançlarını ve kutsallarını yok edecek, kutsal Mekke şehrini yıkacak ve Allah katında kendilerine şefaat edecek ve aracılık yapacak olan putları kıracaktı. Onların bahaneleri buydu. Binaenaleyh, gerek Kureyş müşriklerinin bu tavırları olsun, gerek diğer Arap kabilelerinin Hz. Muhammed (s)’e karşı yaptıkları savaşlar olsun, ‘dine karşı din’ çerçevesinde ortaya çıkan vakalardır.

Bu anlayış, Peygamber (s)’den sonra da farklı biçimlerde devam etmiştir. Hz. Ali’ye ve İslâm’ın özünü yaşatmak ve devam ettirmek isteyen harekete karşı çıkanlar, kâfir, inançsız ya da dinsiz kimseler miydi? Yoksa Allah mı inkâr edilmişti? Ya da Emevîlerle Ali taraftarları arasında ve Abbasîlerle Ehl-i Beyt arasında yine, dine karşı yeni bir dinin karşı çıkışı mı söz konusuydu?

İbrahimî[5] ve tevhidi dinin özelliklerinden biri, Allah’a ibadettir. Hz. Âdem’den günümüze kadar insanlık tarihine, değerlerine ve hayatına yön veren ve insanı evrendeki ilahî kanuna teslim olmaya çağıran tek din ve tek inanç hareketleri, tağuta[6] ibadet etmeye karşı çıkmışlardır ve insanlık var olduğu sürece de karşı çıkmaya devam edeceklerdir. Tağuta tapanlar ise insanı, nihaî gayesi Allah olan ve İslâm adındaki[7] yaradılış yoluna davet eden bu dine karşı çıkmışlardır.

Bu din, insanlığı Allah’a teslim olmaya ve Onun dışındaki her şeye isyan etmeye çağırırken; şirk dini, evrendeki ilahî kanuna ve her şeyin özü, başı ve sonu olan Allah’a çağırmak anlamında olan İslâm’a isyan etmeye davet eder. Bununla da kalmaz, Allah dışındaki yüzlerce güce teslim olma ve kulluk yapma çağrısında bulunur.

Şirk, bir taraftan insanı Allah’a kulluk yapmaktan alıkoyarken, diğer taraftan da, pek çok puta[8] teslim olmaya, boyun eğmeye ve insanı köleliğe mecbur eder. Bunu yapan, kâinattaki yüce kudrete karşı gelen ve insanların, kendi elleriyle yontup[9] ürettikleri putlar olan tağuttur. Her şey put olabilir; Lât, Uzzâ,[10] araba, üstünlük taslama, sermaye, kan, soy… Her dönemde farklı bir tağut Allah’a karşı isyan etmiştir.


Tevhid dininin özelliklerinden biri, inkılabî olması; şirk dininin özelliklerinden biri de muhafazakâr ve saptırıcı olmasıdır.

İNKILABÎ DİN NE DEMEKTİR?


İnkılabî dine mensup olan ve bu dinin eğitimini alan bir kişi, hayatın maddî manevî ve sosyal alanlarının tümüne tenkidi bir gözle bakar ve batıl olarak gördüğü şeyi kaldırıp, yerine hakkı ikame etme sorumluluğunu taşır. İnkılabî olan tevhid dini, mevcudu, olduğu gibi benimsemez ama ona ilgisiz de kalmaz. Peygamberlerin tümüne bir bakın, saf ve hiçbir değişikliğe uğramamış olan ilk çıkışlarında hepsinin yaptığı ilk iş, mevcut tuğyana ve kötülüğe karşı çıkmaları ve Allah’ın kanunlarının tecellisi olan kâinattaki kanunlara itaat etmeye çağrıda bulunmalarıdır.

Mesela Musa’ya bir bakın, O, üç sembole karşı çıkmıştır: Zamanın en zengini olan Karun, şirk dininin en büyük dinî lideri olan Bel’am-i Ba’ur ve en büyük siyasî otorite olan Firavun. Musa bu üç sembole mi karşı çıktı, yoksa statükoya mı? O zaman statüko neydi? O zamanki statüko, azınlıkta olan Sebtî ırkının, Kıptîlerin baskısı altındaki yaşamalarıydı. Musa’nın mücadelesi, Kıptî ırkının üstünlüğüne dayanan ırkçılığa ve bir ırkın, diğer ırkın esareti ve zilleti altında yaşamasına karşı çıkmaktı. Onun hedefi ve ideali, tutsak olan bir kavmi, doğru yola getirmek ve inanç temelinde kurulmuş, tağuta tapınılmayan ve tevhid dininin gerektirdiği toplumsal birliğe sahip olan bir toplum kurabilmek için o kavmi, vadedilmiş olan yere hicret ettirip yerleştirmekti.

MUHAFAZAKÂR DİN NE DEMEKTİR?


Şirk dini, tanrı, ölümden sonra dirilme ve gaybî güçler gibi metafizik bütün inanç ve din esaslarını olduğu gibi kabullenerek ya da onları tahrif edip saptırarak insanları, kendilerinin ve toplumlarının mevcut durumunun, olması gereken bir durumda olduğuna ve bu durumun, ilahî takdirin bir tecellisi olduğuna inandırmaya çalışır.

Mesela, bu günkü kaza-kader inancımız, Muaviye’nin oluşturduğu ve bize bıraktığı bir hediyedir. Tarih açıkça göstermektedir ki, kader ve cebr[11] inancı, Emevîlerin oluşturdukları bir inançtır. Bu inanç sayesinde Müslümanları, her türlü sorumluluktan, teşebbüs ruhundan ve eleştiriden alıkoymuşlardır. Zira cebr, var olan ve sunulan her şeyi kabul etmek demektir. Oysa Hz. Peygamber’in ashabına baktığımızda, onların, her an için toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olduklarını görürüz.

EMR-İ Bİ’L-MA’RÛF VE NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER[12]


Geniş halk kesimlerinde ayağa düşmüş olan ve aydınlarca telaffuz bile edilmeyen ‘emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’ kavramı, bugünkü Avrupa aydınlarına göre insan, sanat ve aydın sorumluluğu olarak ifade edilmektedir. Felsefe, sanat ve edebiyatta ele alınmış olan bu sorumluluk, ‘emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’ ile ifade edilen sorumluluğun ta kendisidir. Ancak bugün ‘emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’i öyle bir şekilde uygulamaya çalışıyoruz ki, bu uygulamanın bizzat kendisi münkerdir.


KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:



[4] Ferisîler: İkinci Tapınak döneminin sonlarında (M.Ö. 515-M.S. 70) Filistin’de Museviler arasında ortaya çıkan dinî gurup. Hz. İsa zamanındaki en popüler akım olan Ferisîlik, dinsel kaynak olarak Eski Ahit’in yanı sıra Sözlü Torah olarak adlandırılan sözlü geleneği de kabul ediyordu. Yeni Ahit’e göre Ferisîler, Hz. İsa’ya en çok muhalefet edenlerdi.Hz. İsa’nın, bunlara karşı yaptığı birçok tenkit ve konuşma Yeni Ahit metinlerinde yer alır. (Gündüz, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 129, Vadi Yayınları, 1998, Ankara; Ana Britannica Ansiklopedisi, Ferisîler maddesi, c. 26, İstanbul, 1993, VIII, s. 520)

[5] Bu ifadeyi kullanmamın nedeni, herkes tarafından daha iyi anlaşılmasıdır. (Müellif)

[6] Tağut, azmak, azıtmak ve haddi aşmak anlamlarına gelen tuğyân kelimesinden türemiştir. Terim olarak ise zorla veya isteğe bağlı olarak kendisine ibadet edilen şey demektir. Bu özelliğe sahip olan her şey tağuttur. Bu bir put olabileceği gibi bir insan da olabilir. Açık tağut olabileceği gibi gizli tağut da olabilir. Aslında put gibi cansız unsurlar, doğrudan tağut olamazlar; zira onların Allah’a karşı bir azgınlıkta bulunma imkânları yoktur. Dolayısıyla insanlar dışındaki varlıklar olsa olsa tağut için bir araç ya da bir sembol olabilir. (Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, II, 869-870)

Allah’a isyan üç derecede olabilir: 1- Allah’ın kulu olduğunu kabul edip pratikte Onun emirlerinin aksini yapana fâsık denir. 2- Allah ile irtibatını koparıp başka birine bağlanan kişiye kafir denir. 3- Allah’a isyan edip Onun kullarını kendine boyun eğmeye zorlayan kişiye ise tağut denir. (Mevdûdî, I, s. 202.)

[7] İslâm, bütün hak dinlerin adıdır. (Müellif)

[8] Burada put kelimesinden, hokkabazlık, yalancılık, cehalet ve zulüm üzerine inşa edilmiş olan ve insanı kulluğa daveteden her şey şeklindeki en genel mana kastedilmektedir. (Müellif)

[9] 2. Bakara, 256,  (Dinde baskı - zorlama - tiksindirme yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan açık bir biçimde ayrılmıştır. Her kim tâğuta sırt dönüp Allah'a inanırsa hiç kuşkusuz sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Kopup parçalanması yoktur o kulpun. Allah, hakkıyla işiten, en iyi biçimde bilendir. )

    4. Nisa, 60. (Şunları görmedin mi? Kendilerinin, sana indirilene de senden önce indirilene de inandıklarını sanarken, inkâr etmekle emrolundukları tağutu aralarında hakem yapmak istiyorlar. Zaten şeytan da onları geri dönülmez bir sapıklıkla sersem hale getirmek istiyor)

[10] Necm suresi 19. Ayette geçen bu ifadeler, müşrik Arapların taptıkları putlardan iki tanesinin adlarıdır. Bir sonraki ayette Menât adlı puttan söz edildiği gibi Nuh suresi 23. Ayette de Yeğûs, Ye’ûk ve Nesr adlı başka putlardan söz edilmektedir.

[11] Cebriye: Zorlamak manasındaki cebr kökünden gelen ve bu manaya nisbet edilen kişiler için kullanılan bir ifadedir. İslâm düşünce tarihine Cebriye olarak geçen ekolün ana düşüncesi şudur: İnsanın fiilleri, insan kaynaklı değil Allah kaynaklıdır. İnsanın iş yapma kudreti olmadığı için işlerini kendi iradesi ile değil, mecburen yapar. Diğer varlıklarda görülen durumları Allah (c) yarattığı gibi insanın fiillerini de O (c) yaratır. Fiillerin insana nisbeti, ‘Ağaç meyve verdi.’ ‘Taş yuvarlandı.’ ve ‘Güneş battı.’ cümlelerindeki işlerin eşyaya nisbeti gibi mecazî bir nisbettir. İnsan sevap kazanmaya veya ceza görmeye mecburdur. (Ebû Zehra, Muhammed, İslâm’da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, s.126, Çev: Hasan Karakaya - Kerim Aytekin, Hisar Yayınevi, İstanbul, 1983.)

[12] Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, özü tevhid olan dinî veya dünyevî bir hayra ve faydaya insanları davet etmek demektir. Ma’rûf, İslâm’a uygun olan, münker ise İslâm’a muhalif olan şeydir. (Yazır, II, s. 1155)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder