İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

30 Ekim 2016 Pazar

KAVRAMLAR DUYGU VE DÜŞÜNCENİN, TERİMLER BİLİMİN ANAHTARLARIDIR *


Sadık K. Tural
19 Ekim 2009

Vatanımızı ve milletimizi gerilikle, gelişmemişlikle damgalayanların gerekçesi ne idi / nedir? Ne diyorlar(dı)?

Problemlerinizin eksiksiz bir şekilde tespit edilmesi; ulaşılan bilgilerin oluşturduğu durum bilgisinin, bilinçli bir gerçekçilikle kabullenilmesi… Derdiniz, sıkıntınız ve mutlak ihtiyaçlarınızın çözülmesi için, ‘ilgili uzmanlara’ gerekli yetki ve imkânların tanınması… Bunlar yok sizde.”

Açıkça, ’Sizde bunlar bulunmadığından, az gelişmişsiniz, gelişmeniz sağlıklı değil’, örtülü olarak da, ‘Siz, bizden, akıl, bilgi ve teknoloji satın almalısınız.’ diyorlardı. Bizim için,“az gelişmiş “, bilim üretmeyen, geri teknolojili ve “cahil halk” damgalarını vurmuşlardı.

Daha kötüsü ise, çağdaş bilgi ile teknolojileri yakalamış olan toplumlara, hayranlıktan başı dönmüş bir ruh haliyle yaklaşma, bilimin ve uzmanlığın o toplumlara kazandırdıklarının olduğu gibi alınacağını sanma hastalığından kurtulamayışımız. Yanlışlarımızın temelinde kolaycılık, acelecilik, düşünme çilesine razı olmamak ve de haset yatıyordu. Yöneticilerin ve öğretim eğitimden sorumluların çoğunluğu, bilgi ve teknoloji üretmenin, kolaycılığı ve aceleciliği bırakıp uzmanlığa saygı gösterildikçe mümkün olabildiği gerçeğini görmezden gelebiliyordu. Bilgi ve teknoloji alanlarının uzmanlarına ilgi ve saygı gösterildikçe daha az hata yapıldığını kabullenmek zor oluyordu.

İleri, gelişmiş sayılan toplumlarda, uzman yetiştirme süreçlerinde, araştırmacıların teşvik edilmesi için, olabildiğince imkân ve destek veriliyordu. Uzmanı desteklerken ve yetkilendirirken, bilgi ve teknoloji üretene, hak ettiği ilgi de, saygı da gösteriliyordu.

Bir problemin tespiti ve/veya çözümünde yetkili, yeterli aydın / uzman olan insanların sayıca ve etkice önde olamadığı toplumlar, gelişmesi az veya yerinde sayan toplumlardır.


Bir problemin sorumluluğunu alabilen araştırıcılık, bilgi üretebilen, uzmanlığa saygılı, bilimlik bilgiyi arayan, hasetsiz, kibirsiz bilginlik kavramları etrafında, bu gün sizlerle birlikte düşünelim istiyorum.

Yirminci yüzyılda, insan, “düşünen bir canlıdır.” diye tanımlandı.

İnsan, çeşitli araçlarla bilgi edinen; bu bilgilerle, kendisinin, çevresinin ve diğer insanların maddi ve manevi hayatını kolaylaştırıcı ve geliştirici katkılar sağlayan bir canlıdır. İnsanın tanımında öte bilgisi ve inancı da bir ayrılmaz ögedir demeliyim. İnsanın edindiği bilgiler, düzenli, devamlı, yöntemli ve sistemli olduğu zaman, yapabileceği katkılar da, etkili olabilmektedir. Bu türden etkili katkılar yapabilen insan, ailesinin, mensup olduğu toplumun insanlarının ve insanlığın hayatında değişim ve dönüşümlerin öznesi olur. Ayrıca, hayvanların, bitkilerin ve diğer varlıkların hayatında gerekli yapılandırmalara da öncülük ve önderlik eder. Bu değişim ve dönüştürmelerin kişi ve toplum ölçeğindeki hedefi ve sonucu ise, daha huzurlu, daha refahlı, daha onurlu bir hayat yaşanabilmesinin sağlanmasıdır.

İnsan, Yaratan’ın adaletle dağıttığını ve her insana eşit olarak verdiğini düşündüğüm zekâ adlı bir servet ile doğuyor. Zekâ adlı bu enerji, edinilen bilgi çeşitlerinin -kullanmak üzere- hem hafızaya işlenmesini, hem de düşünce, duygu, hayal ve davranışa dönüştürülmesini sağlıyor... Zekânın işlevlerinden en önde gelenlerini düşünelim: Bilgi edinme; bilgileri değiştirici ve dönüştürücü olarak kullanabilme; yüksek bir algılama, kavrama, değerlendirip hükme bağlama gücüne sahip olma; zevklerini inceltip paylaşma; öte kavramıyla ilgilenme; topluluğa katılabilme, uyumlanarak ve benzeşerek yaşama…

İnsanın edindiği bilgiler, düzenli, devamlı ve sistemli olduğunda, yapacağı katkılar da etkili olmaktadır. İnsan, bencillik etmeden, hem, ailesi ile mensup olduğu toplumun ve insanlığın, hem de diğer varlıkların hayatında, değişim ve dönüşümler sağlayabilme yeteneğine sahiptir. Bu değişim ve dönüşümlerin kişi ve toplum ölçeğindeki yönü ve hedefi ise, daha huzurlu, daha refahlı, daha güvenli ve şerefli bir hayatın sağlanmasıdır.

Bugün biz, beynimizin en önemli işlevi olan anlama, kavrama, tepki verme üçlüsünün, bilgi ile temellendirilmesi üzerinde birlikte düşüneceğiz.

İnsan beyninde, en az 100 milyar hücre bulunduğu söyleniyor. Bu beyin hücreleri, beş duyumuza gelen uyarıcılar aracılığıyla özel bir elektrik üretiyor; bedenin çeşitli organlarındaki hücrelere, bu özel yapılı elektrikle beyin hücreleri bazı uyarımlar gönderiyor. İnsan, işiterek, görerek, gözlemleyerek, deneyerek, okuyarak gelen uyarımlar aracılığıyla b i l g i l e r ediniyor. Çeşitli şiddetteki uyarımlara bağlı bu bilgiler, hafıza adlı düzgün depolama merkezinde, kayıt ediliyor. Beş duyudan, görme, işitme, tad alma, koklama dokunma yollarından biri veya bir kaçı aracılığıyla gelen uyarımlar, bir bilgisayar olan insan beynindeki kazanılmış bilgilerin yanına ulaşıyor.

Ne, kim, nasıl, niçin, nerede, ne zaman, ne ölçüde ile n i ç i n soruları başta olmak üzere, cevap ve / veya tepki verme istenildiğinde, zekânın çeşitli işlevleri belirginleşiyor. Beş duyuya gelen aynı türden uyarımlar her insanın zekâ merkezinde toplanıyor. Ayrışma, farklılaşma burada başlıyor: Aynı türden uyarılar, farklı insanların zekâ merkezlerinde, aynı tür ve şiddetteki duyguya, hayale, düşünceye, zevke dayalı tepkiye dönüştürülemiyor. Bu farklılaşmayı, başta biyo-psikolojik yapı olmak üzere, birçok özel etkileyici biçimlendiriyor. Birkaç biçimlendiriciyi birlikte düşünelim:

Beş duyu, daha önceden ne sıklıkta, hangi aracılarla, hangi şiddette uyarılmış ise, duygu veya düşünce yahut hayale ait tepkiler de, o oranda farklılaşıyor. Bu uyarımlar, insan beyninde milyarlarca mikro-işlemci tarafından değerlendiriliyor.

İnsan doğduğunda, her türden kirlenmeleri, korku ve şüpheleri henüz tanımayan, arı / duru bir zihin sahibidir. İnsan denilen varlık, doğuştan var olan zekâ adlı bir enerjiyi (yeti / meleke) bebekliğin arkasından işletmeye başlıyor. Zekâ, ”saflık, arılık, duruluk, hâlislik” anlamlarını taşıyan bir kavramdır. Zekâ ile aynı kökten gelen tezkiye kelimesinin bir anlamı da, arındırma’dır. Bebekliğin ardından, insan zekâsı işleyişini ve dönüştürücü gücünü sürdürür. Zekâ, hem başkaları tarafından oluşturulmuş bilgilerin, hem de, kendisine ait ilham, sezgi ve akıl yürütmelere ait hükümlerin zenginleştirilmesiyle, dönüştürücülüğünü sürdüren bir yeti ve yeterliliktir. Zekâ, insanın çeşitli uyarımlar yolu ile edindiklerini ve özellikle bilgi / hüküm nitelikli kazanımlarını, hâfıza adlı depolama işlevi yanında, iman, akıl, sezgi, ilham, his, hayal, zevk ve muhakeme adlarını taşıyan dönüştürücü işlemcilerle biçimlendiren bir enerjidir. Bu işlemcilerden biri işlevine uygun ölçülerle harekete geçtiği andan başlayarak, zekâ, AYNI ile AYRI olanları ayrıştırıyor, hem yeni bilgiye, hem de tepkiye dönüştürüyor. Beş duyudan gelen uyarımlarla başlayan, ayrıştırmalarla genişleyen işleyişin sonunda oluşan hükümlere, gerçek diyoruz. Gerçek / gerçeklik dediğimiz hükümlerin bir kısmı, bir kişiye, bir gruba, bir topluluğa özgü, kanaat nitelikli, bir kısmı ise, bilimlik bilgi niteliklidir.

Zekânın aklı işletmesini açıklamak üzere bir yol daha deneyelim. Batı dillerinden dört kelime alalım: Ration, rational, rationalite, rationalizm Farklı olan; oran, nispet, bölüm anlamına gelen tio veya tios kelimesinden türemiş bulunan ratio, şu anlamı taşıyor: Zekânın akıl özelliğinin işletilerek varlıklar arasındaki benzerlikleri, ayrılıkları, değerlendirebilme gücü… Bundan türemiş olan rasyonel ise, aklın benzerlerinden ayrı bir değer ve işlevinin bulunduğunu reddedilmez saydığı olaylar, durumlar, varlıklardır. Aklın işletilmesi anlamına da gelen rasyonalite, bilimin beklediği gerçekliği esas alır. Yeterince uyarımlar aldığı için yanılmayacak türden hüküm verip farklı olanla ilgili bilgi anlamına gelen ratio, beş duyuyla algılanan gerçeklere ait bilgidir.

Beş duyuya gelen uyarımların sonucunda, varlıkların, olayların ve durumların, bir ortak ad altında, beyindeki bilgisayara kaydedilmesine kavramlaştırma, bu işlemin sonundaki ortaklaştırıcı adların her birine kavram diyoruz. Kavramlar, zihnin zengin olmasını, iyi çalışmasını sağlayan anahtar kelimelerdir. Kavramlar, anlamanın anahtarı olmak üzere, aynı kutuya konulmuş, tanınan, adı konabilen, karıştırılmayan, ayrıştırılmışlığa yardımcı olarak algılamayı kolaylaştıran özel kelimelerdir.

Bir varlığın, olayın, düşüncenin insan beynindeki izdüşümlerinin “genel tasarımı” anlamına gelen kavramlardan soyut olanlar da, masa, kalem, ekmek gibi somut olanlar da, her kişide farklı uyarımlara yol açıyor. Bu uyarım farklılığının yarattığı düşünce veya duygu donanımına ait farklılık ise, kişilerdeki tepkileri de farklılaştırmaktadır. Birikimi farklı olan kişilerden, aynı algı ve tepki beklenemez.

Kavrama, bir mikro-işlemler dizisinden sonra gerçekleşiyor. Kavramanın arkasındaki mikro-işlemciler öncelikle şu üç soruyu soruyorlar:

Birincisi: Bu uyarıcıyı tanıyor muyum? Bu uyaran, beynimdeki neyin aynısıdır? Tıpatıp aynı olanı belirlemek değil, aralarında herhangi bir açıdan ilgi, ilişki, benzerlik arayıp bulmayı gerektiren bu işlemin yapılması, beynin en önemli işlevidir. İkiz, üçüz ve benzeri gibi, ilk anda mutlak benzerlik taşıyanlar arasında bile farklılıklar bulunacağını ise, deneyin, gözlemin yoğunluğu ile bilgi donanımının doğurduğu değerlendirmeler öğretip düşündürüyor. Beyindeki tanıma, ayrıştırma işlemleri, saniyenin binde biri ile birkaç dakika arasındaki bir müddet içinde, yapılıyor. Zekâ adlı merkezdeki mikro-işlemciler, anlamlı bir tepki vermek üzere, ‘bu çok benzeşenler, ne kadar farklıdır, özeldir?’ sorusuna cevap verirken, daha önceden kayıt edilmiş bulunan şu kelimeleri ö n c e l i k l e kullanıyorlar:

Aynı, benzer, alışılmış, eş, kardeş, soydaş, kökdeş, türdeş, yoldaş, boydaş, yöndeş, renkdaş, sesdeş, dildeş, dindeş, benzer, benzeşik, ilgili, ilişkili, ahenkli, uyumlu, alışılmış, yaygın, biçimli, aydınlık, duru, berrak, şeffaf, temiz, sevimli, bildik, tanıdık, birlikten, bizden… Bu kavramlaştırıcı kelimelere birkaç tane daha eklenebilir. Bu kavramlaştırma ölçütü kelimeler, uyarımların, kavramaya dönüşmesi sırasında olabilecek karışıklığı önlemektedir.

İkinci soru, bu uyarımı veya uyarıcıyı hiç tanımadığıma göre, nasıl adlandırayım? Her uyaran, insanda olumlu tepkilere yol açacağı gibi, tepkisizlik, ilgisizlik, şaşkınlık, güvensizlik ve korku da uyandırabilir. Tanınmayan, bilinmeyen, beyinde algılamayı sağlayıcı kazanım ve donanım bulunmadığı durumlarda, ardı ardına gelen sorular cevapsız kalıyor. Bu türden algılayışları ise, şu kelimelerle niteliyoruz. Ayrı, karışık, kirli, bulanık, sevimsiz, başka, öteki, farklı, değişik, alışılmamış, duyulmamış, görülmemiş, tadılmamış, garip, tuhaf, ayrıksı, itici, biçimsiz, çirkin, bozuk, uyumsuz, ürkütücü, korkutucu, zıt… Daha çok bilinmezlik taşıyan olaylar, durumlar karşısında, adlandırma da, tutum belirleme de, olumsuzluk taşıyor.

Üçüncü soru ise, bu uyaran karşısında hangi tepkiyi vermeliyim, nasıl davranmalıyım? Bu sorunun cevabı bizim bugünkü dersimizin dışında kalıyor. İlk iki soruyu temellendiren bilgi kavramına dönelim:

Beş duyudan gelen ve uyarıcılar arasındaki benzerlik ve ayrılığa ait ilişkiyi kurabildiğimiz uyarımların her biri, bir bilgi parçacığıdır... Çeşitli uyarılmaların sonucunda oluşturduğumuz hükümleri, iman, kanaat ve bilgi olarak üç ana grupta toplamak gerektiğini düşünenlere katılanlardanım.

Önce iman kavramına yaklaşalım: İman, kaynağı ve sonucu bakımından özel bir bilgi edinme türünün adıdır. Emin olmak kökünden gelen iman kavramı, bazı bilgileri ve bildirimleri tartışmasız olarak kabullenme anlamını taşıyor. İman etme, inanma kelimesi, akıl alanıyla ilişkili olmakla beraber, akılla değerlendirilen değil, öyle kabullenilen bilgilerdir. Kuvvetle inanma, emin olma kökünden türeyen bu kavramın / terimin yöneltildiği, geçerli olduğu alan kutsal’a ait alandır. Bir yaratıcıya inanma, Allah’a iman etme ile başlayan bilgilenmeler, ayrı ve özel bir alan oluşturur. İman alanına ait bilgiler nas’dır, dogmadır; ahlâk ve ibadet ise, insanı iman adına yapılandıran değerler ve ritüellerdir.

İkinci tür bilgiler ise, kişiye veya topluluğa aittir, özeldir; bu özel bilgi / hüküm alanına kanaat diyoruz. Kanaat veya görüş yahut özel yorum dediğimiz yaklaşımların temelindeki bilgi, bilime dayalı bilgiden farklıdır. Kişilerin, bir köy, kasaba, şehir veya bölgede yaşamaktan veya aynı mesleği yapmaktan kaynaklanan bakış açısı farkları ve görüş ayrılıkları bulunur. Gerçek veya gerçeklik sayılan değer ve durumların, bütün insanlara göre aynı olduğu söylenemez. Yaş, cinsiyet, deneyim, öğrenim alanı ve derecesi ile meslek ve mizaç yapıları, her insanın diğerine göre farklı olmasına yol açar. Aynı aile veya kültür alanı içinde bile, farklılığı az çok kaçınılmaz olan gerçek / ration algısı, zamana, coğrafyalara, milletlere göre farklılık göstermektedir. Bu türden farklılığa işaret eden kabullenmelere görüş veya kanaat denilmelidir. Bilim ise, kanaatlerin üstündeki genellemelerin alanıdır.

Toplulukların, toplaşmaların, kendilerine özgü, hükümler, görüşler, kanaatler taşıması kaçınılmazdır ve insanlık kadar eskidir. Kanaatlerin kişiye, topluluğa (dinî, meslekî, siyasî vb.) şehre, bölgeye, ülkeye ait olanları bulunduğu gibi, kuşaklardan beri yaşatılanları da (gelenek, görenek) vardır. Kanaatlerin arkasında, kişiye, gruba, yöreye, mesleğe ait sağduyunun, sezgilerin, ilhâmların, önceki kuşakların telkinlerinin, acı tecrübelerin oluşturduğu birikimler bulunmaktadır.

Bilim adına da olsa, sağduyunun, sezginin, gelenek ve göreneklerin, ilhamın değerini ve kanaat / görüş / tepki olarak ortaya konuluşunu peşinen reddedilmemelidir. Bu türden yol göstermelerin, yönlendirmelerin, yanlış yaptırma ihtimali bulunmakla birlikte, bilimi aşağılamıyor veya inkâr etmiyor ise, zenginlik olduğunun kabullenilmesi gerekir.

Benzer kanaatler, birleştiğinde zihniyet adını alır. Zihniyetler zaman zaman, ya iman ve ibadete ait bilgi ve tepkilerle, ya bilimden gelen bilgi ve tepkiler ile çatışmalı olurlar. Dinsizlik, bölünme ve bölücülük, gerilik ve gericilik ve marjinalite denilen ayrıksılık, zaman zaman etkili bir zihniyet olarak ortaya çıkabilir. Toplumun bağımsız bütünlüğü adına tehdit ve tehlike oluşturan bu tür zihniyetler karşısında, problem çözücü öneri ve önlemler belirlemek aydın olmanın şartlarındandır. İnanç ve ideoloji pazarlamacıları ile şarlatanlar kanaatleri, zihniyetleri, ayrıştırma aracı olarak kullanabilirler; bu yöndeki doğru bilgilendirme ve yönlendirmeler, millî eğitimin de, hukukun da öncelikli görevlerindendir.

Bilgi nedir? Kavranılması tamamlanmış, beyinde hükme dönüşerek, birbiriyle ilgili olanlarla ilişkiye sokulabilen gerçekliklerin, durumların, ilkelerin her birine ve aynı zamanda tamamına bilgi diyoruz. Tekrarlayalım: Bilgi, beş duyu yardımını kullanıp, okuyarak veya deney yaparak kazandığımız birikimin, düşüncemize, duygumuza ve hayalimize yeni açılımlar kazandırıcı; tutum belirlememizi sağlayıcı, hükümlerdir ve onların toplamıdır.

Bilgi alanlarının her birinin kendine özgü kavramları vardır. Bir bilgi alanı, kendisine özgü kavramlar, kendisine ait terimler ve yöntemler kazandığı zaman, o alana ilim / bilim diyoruz. Şahsiliğin en aza indiği, keyfiliğin giderildiği, kavramlaştırmalar, terimleştirmeler ve yöntem anlayışlı sorular aracılığıyla edinilen bilgi birikimine bilim diyoruz.

   Bilim, yönteme dayalı sorular aracılığıyla, çok boyutlu seviyeli merakların ve çabaların sonucu olan bilinirliği sağlayıcı ortak cevaplardır. Sistemleşmiş bilgiler anlamına gelen bilim, kişiyi, topluluğu, toplumu ve insanlığı düşünce, duygu, hayal ve davranışta birleştiren, ortaklaştıran kavramlar, terimler, değerler, araçlar, gereçler, tepkiler oluşturma niyetli yol göstericidir. Bilime dayalı, bilimle ilişkili, bilimlik sayılan bilgiler, kişinin dışında ve üstünde bir yol göstericilik işlevi taşır. Bilime ait bilgiler, ya teknik ve teknolojiyi oluşturur, geliştirir ya da sosyal ve beşeri bilimlerde benzeştirici hüküm, ilke, kural, tüzük ve yasalar halinde düzenleyici, benzeştirici bir işlev taşır.

Türkiye’mizde, öncelikle sosyal ve beşeri bilimlerde, sonra da fen ve sağlık bilimlerinde, yeni bir kavram, yeni bir terim, yeni bir yöntem arayışı ihtiyacına ait bir h e y e c a n gördüğünde mutlu olanlardanım. Daha önce söylenmişleri alt alta getirmekte başarı göstermiş, bu beceriyi bilim sanan, bilimsellikleri kendilerinden menkul, unvanları grup veya cemaat hediyesi öğretim üyesi ve elemanları vardır… Onları ciddiye almayınız.

Bilim, z e k â n ı n dönüştürücü gücü ve işlevi harekete geçirilmesini sağlayan aklın işletilmesini gerektirir; sonra da, başkasına duyulan hasetle kirlenmemiş bir ahlâk ile bilgisini zenginleştirirken de, yeni bir bilgiye ulaşıp paylaşırken de s a m i m i y e t gerektirir. Bilimin dördüncü şartı ise, kimsenin hakkını inkâr etmemek, küçültmemek, karalamamak anlamında, adaletli olmaktır.

Akıl, ahlâk, adalet ve samimiyet... Bu dört kavram, inancın / imanın, kanaatin / yorumun, bilimlik bilginin, hem temeli, hem de sonucudur. Bu dört kavramın ışığından y a r a r l a n ı p çalıştığı alanda araştırmak, öğrenmek, incelemek, yeni kavram, terim ve yöntem bulma heyecanı ile hayatını sürdürmek…

Kendisini, ailesini aldattığı gibi başkalarını -maskesiyle- aldatanlara çokça rastlayabilirsiniz… Gerçek mü'min / inanan, gerçek şahsiyetli insan, gerçek bilgin, bir hüküm verirken, o hükmü / bilgiyi, aklın, ahlâkın, adaletin ve samimiyetin ölçü ve ölçütleriyle temellendirir. Akıl… Sezginin, ilhamın, basiretin biçimlendirdiği akıl… Ahlâk… Yaratılmışlarla ilgili bilgi edinirken de, hüküm verirken de, dünyalık adına gayret ederken de, yaratılış sebebini ve Yaratan’ın beklentisini gözeten bir duyarlılığın biçimlendirdiği tercihler ve tepkiler… Kendi hak, görev ve sorumluluğu ile insanlara, varlıklara, zamana ve mekâna karşı gereken dikkat ve özenle davranılması, iftira edilmemesi ile bu inanç, kanaat ve bilginin yapılandırdığı davranışlar bütünü… Adalet… Adaletsiz akıl da, ahlâk da, samimiyet de eksik, hattâ arızalı… Yoksulluğun ve çaresizliğin bir toplumu topyekûn çürütmesi mümkün değildir; ancak, hem kurumlaşmış yargının, hem de insan zihnindeki yargılamanın işlevi olan adaletli hüküm vermek gerçekleşemiyorsa, o toplum çözülmeye, çürümeye başlamıştır. Adaletli hüküm verme işlevini kaybetmiş hukuk da, insan aklı da, kirlenmiştir, kirlenmişliğe aracı olmaktadır. Samimiyet… İki insan arasındaki en özel ilişkiden, en resmî bağlantılara, kişi ve kurumlar arası sözlü ve yazılı ifadelere kadar, her davranışta samimiyet… Bütün inanç sistemleri, felsefeler, bilim dalları, Yaratan kavramının insana sunduğu en büyük ödülün, temiz akıl, kirlenmemiş ahlâk, çürümemiş adâlet, riyâ ve tabasbus karışmamış samimiyet olduğunu vurguluyorlar…

Kutsal kitapların hepsinin haber verdiği üzere, şeytan da, bilgili ve bilimli. Şeytan, bilgisini ve bilimini varlıkların ve insanların yararına kullanmayı reddediyor. Ona göre, insan kendisinden daha aşağı bir varlık…

Şeytan, insanlığı küçük gören, aşağılayan, iftiralarla karalayan, gizli ve açık düşmanlık edeceğini saklamayan bir bilgili ve bilimli haset ve kibir odağıdır. Şeytanın bilgisini ve bilimini kullanarak, birçok insanı, ya zaman zaman, ya bütünüyle etkileyip, şöhret ve dünya malı adına kendisine hizmet ettirdiği biliniyor, görülüyor. Şeytan, insanlar arasından, bilim, hukuk ve yönetim alanlarından birinde öne çıkmaya çalışanları, zaafları ile kibirlerinden yakalayarak, istediği yönde biçimlendirdikçe büyüyen, kötücül bir enerji, olumsuz bir iradedir. İkiyüzlülükte çok başarılı; dünya malı biriktirmekte her yolu mübah sayan; öğrendikleriyle ve hırsıyla öne çıkan, hatta birinci olabilen, görünüşte bilimli ahlâklı, gerçekte ise, içi şeytanın isteklerine hizmet eden insanlara, bilim, hukuk, sanat ve yönetim alanlarında çokça rastlanılır.

Şeytansı bir vitrin kuran insanlar, çeşitli maskelerin arkasında yaşarken, şeytanla paralel çalışırken, Yaratan,  zaman denen kırbaç ile arada bir onlara vurur. Zaman, Allahın adaletinin tecelli alanı…

Hangi alanda çalışırsa çalışsın, bilgeliği yakalayan gerçek bilginler, -hangi dinden, hangi milletten, hangi milliyetten ve cinsiyetten olursa olsunlar- duygularını, düşünce, hayal, inanç, ilham ve sezgileri ile davranışlarını, söylediklerini ve yazdıklarını bu dört kavramın yapılandırdığı bir hayat yaşamışlar, yaşıyorlar. Bizler, onlar gibi olmaya heves ettikçe çilemiz artar, ama derin bir huzur zenginliğini çevremizle paylaşmanın anlarını yaşamaya başlarız... İnsanın zekâsını indükleyen, bilinçlendiren, yücelten, bilimin, bilginliğin veya bilgeliğin kapısına taşıyan bilgiden söz ediyoruz. Niyetler ve gayretler, bilginliği bilgelikle birleştirmek olmalı...

Bir konunun çeşitli yönlerini ve / veya aynı yönün çeşitli boyutlarını öğrenme, öğrendiklerini, değerlendirebilme, eleştirebilme zekânın işletilmesi ile doğru orantılıdır.

Soru sormak, zekânın dönüşümünü sağlayan bir zihin uyarıcısıdır. Bilinçli soruları, doğru kişi ve / veya kaynaklara yönelterek, cevabını öğrenme ihtiyacını, m e r a k ı n ı, basit ve bayağıdan, sıradan ve tekrarcılıktan kurtarmış olmaya bağlıdır. Seviyeli merakların sonucu olan s o r u l a r oluşturmak, bu sorulara anlamlı, değerli cevaplar arama heyecanı, kararlılığı ve çabası, b i l i m i n de, felsefenin de temelini oluşturur.

Sorular, zekâyı dönüştürmenin uyarıcıları, kavram niteliği kazanmış kelimeler ise, bu uyarıcıların yönünü ve şiddetini belirleyen anahtarlardır. Her kelimeyi kavram, hattâ terim zannedenleri bir kenara bırakınız.

Bilgisi yeterli olan insanlar, zekânın bütün işlevlerini büyük ölçüde kullanmayı başararak, bir alana ilişkin, ihtiyacı duyulan, kavram, terim, yöntem tekliflerini de, teknoloji tekliflerini de yapabilir.

Kavramlar duygu ve düşüncenin, terimler ise, bilimin anahtarlarıdır… Bir bilim dalı bağımsızlaştıkça, o bilim dalında çalışan bilimlik zihniyetli insanlar, iki ön şartla çevrelenmiş olduklarını görürler: Birincisi, o bilim / ilim dalının temel kavram, terim, problem çözücü yöntemleri açısından sınırlarını bilmek ve bu sınırları zorlamamak; ikincisi ise, bu alana özgü sınıflandırmalar, terimler teklif edip bunları tanımlayarak yöntem arayışına cevap oluşturmak…

İşte bu noktada terim kelimesini yeniden tanımlamalıyız: Sadece bir bilim, sanat veya faaliyet alanına özgü biçimde kullanılan ve o alanın uzmanlarınca tanımlanan kavramlara terim diyoruz. Bir kavramın bir alan için ayrı ve özel bir tanım kazanması halinde terim olabileceğini vurgulamak istiyorum. Bir örnek verelim:

Ateş kelimesinin ilk ve genel anlamı yanıcı maddelerin tutuşturulması ile oluşan durumdur.

‘Ateş’ kelimesi, tıp alanında beden ısısının artmasına dayalı bir durumdur; ateşin yüksekliği hastalık göstergesidir. “Bu kişinin ateşi var’ diyen sağlık görevlisi veya bunu söyleyen kişi, bir yangından bahsetmiyor, sağlık bilgisine ilişkin bir terimi düşündürmeye çalışıyor.

Ateş kelimesi, askerlikte, caydırıcı, yok edici, barut veya ışın esaslı bir enerjinin silah adı verilen bir araç ile karşıya gönderilmesi isteğidir, emridir… “Yedinci batarya ateş” komutunu alanlar, ateş yakmaz, top adı verilen bir silah ile ilgili işlemleri -varsa birikimleri ölçüsünde- yaparlar.

“Dağlara karlar yağdı, ağardı onu görse;
“Payıma ateş salan, korlandım beni görse”

İfadelerinin sahibi, herhalde ‘giysilerim tutuştu’ demiyor, örtülü bir şekilde, öncelikle sevgilisine sonra da, bu durumu bilmesi gerekenlere, ‘aşk ateşiyle kalbinin’ yanarak kor gibi olduğunu anlatıyor.

Dil de, hayat gibi çok boyutludur; bir kelimenin kavram konumunun da, terim konumunun da eksiksiz kavranabilmesi, beynin donanmışlığına bağlıdır. Fen ve sağlık bilimlerindeki terimler, o alanla ilişkisiz kimselerin kolayca bilemeyeceği ve ilgilenemeyeceği türdendir; buna uzmanlık dili veya jargon denilir.

Normatif bilim dediğimiz hukuk yahut iktisat alanına ait bir uzmanın yetişmesi için, kavramların, terimlerin öğrenilmesi yanında, toplumdaki kanaat ve zihniyetlerin de öğrenilmesi çok gereklidir. Kitap yoluyla kazanılmış bilginin, hem özümlenmesinin, hem doğru kullanılmasının tecrübeyle doğru orantılı olduğu reddedilebilir mi? Kitap yoluyla kazanılmış bilginin, tecrübe adı verilen sınavların sonucu olan bilgiyle doğrulanıp, özümlendiğini önemle hatırlatmak isterim. Bilginin doğrulanması ve özümlenmesi yanında, terimlerin yeterince kavranmasının da, yeni kavram ve terim ihtiyaç ve teklifinin de, tecrübeye bağlı olduğunu vurgulamalıyız.

Kavramlardan birini alıp terim boyutuna yükseltmek adına bir örnek verelim:

‘Arayış’ ve ‘edebiyat’ kelimeleri de, ‘arayış edebiyatı’ kavramı da, bir kişinin adıyla anılamayacak türden, sözlükte yer alan harc-ı âlem kelimelerdir. “Arayış”, “edebiyat” ve hatta “arayış edebiyatı” söyleyişlerinin her biri, diğerinden ayrı şekilde anlaşılacak, algılanabilecek konumdadırlar. Arayışlar Devri Türk Edebiyatı ise, tanımlanabildiğinden itibaren, zaman, mekân, içerik ve yöntem bilgisine işaret eden bir terim adıdır. Öncelikle kavramlaştırma, sonra terimleştirme ihtiyacını birlikte değerlendirir isek, zekâmız birlikte akla dönüşüp bilime katkıda bulunacaktır. Bakınız nasıl?

19. yüzyıl başlarından 21. yüzyıla kadar geçen Osmanlı ve Cumhuriyet rejiminin yaşandığı bu iki yüz yılda, siyasî, idarî, askerî, iktisadî, dinî, ailevî, ahlakî arayışların, yönelişlerin biçimlendirdiği değişim ve dönüşümler genel belirleyici olmuştur. Bu arayışların -dil de dâhil- edebiyat ürünlerindeki yansımalarının tamamını, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı olarak adlandırıyoruz. İki yüz yıl boyunca Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti siyasî sınırlarındaki zamana ait edebiyat hayatını, bu adla anılmasını savunuyoruz ve onu da, kendi içinde alt gruplara ayırıyoruz. Bu alt gruplara ayırmada da ölçütümüz şu: Ferdî olanı, şahsî sayılanı değil, topluluk ve toplum ölçeğindeki ‘arayışın’, ‘aramanın’ ilke, niyet, nitelik halinde edebiyat hayatına damgasını vurmuşluğuna işaret eden türden kavramlaştırma, adlandırma ve sınıflandırmalar Bunu anlamak için alan uzmanı olmanız ve hasedinizin bulunmaması gerekiyor.

Kendine özgü kavram ve terimlerini oluşturmuş olan bilim dallarının, uzmanlık alanlarının bize sağladıkları üzerinde de, birkaç söz söylemeliyim:

Bilimin önemli bir özelliği de, onun sınırsız gelişme ve ilerleme yeteneğidir. Toplumun içindeki çeşitli güç odakları çağdaşlaştırıcı değişmelere karşıdır, hattâ karşı çıkıcıdır. Bilim, değiştirici ve dönüştürücü gücü ve işlevi açısından, toplumların statik bünyesine canlılık getirebilen bir yönlendiricidir, bu yüzden bilginlerin ve bilgelerin dostundan çok düşmanı olur.

Bir toplum veya topluluğun içinde yer alan kişilerde, fikir, zihniyet ve kanaat farkları bulunur demiştik. Bilimin geçerliliğiyle onaylanmış bilgi ise, farklılığı, ayrıksılığı azaltıyor, hattâ yok ediyor.

Tarih bilgisi, insanları bilinçlendirme gücü ve işlevine sahip olması açısından, kişiyi zenginleştirici ve yeniden yapılandırıcı bir özellik taşır. Olup bitmiş olaylar ve geride kalmış zaman anlamındaki masalın, efsanenin, destanın dünyasından çıkan kanaat / görüş nitelikli bilgiler, heyecanlarımıza seslenir. Bizim şahidi olmadığımız veya olamadığımız yakın yahut uzak geçmişin bilgisi anlamına gelen ‘tarih’ ise, bilincimizi zenginleştirir, tutum belirleme yapımızı biçimlendirir. Tarihçi, geçmişe ilişkin şahsiyet, olay ve durum bilgilerinin önünde bulunurken, akıl, ahlâk, adalet ve samimiyetinden hiç birini kaybetmeyen, edepli zekâ sahibi olan insanlardır. Tarih ile uğraşan, kitap yazan her insanın -kendisini öyle görse ve göstermeyi becerse de- uzman sayılması gerekmediğini de -özellikle- vurgulayalım…

Bilimin ulaştığı bazı bilgiler, öncelikle yeni teknolojilere, yeni araç ve gereçlere dönüştürme imkânı yaratır; ardından, bu dönüştürme ve uygulamalar, kanaat ve zihniyetlerde de, değişimlere yol açar, sosyal yapıyı biçimlendirir.

Teknik, sağladığı kolaylıktan dolayı mutlak bir bağımlılık yaratıyor. Bu yüzden, bütün az gelişmiş ülkeler, teknolojik bir ürün üretemediklerinden dâimâ ‘pazar’ konumundadırlar. Pazar olmak çok tehlikeli değildir, ancak, hemen belirteyim ki, eğer o ürünleri veya teknolojiyi alacak paraya sahip değilseniz geleceğiniz başkalarının elindedir; eğer, o teknik araç ve gereçleri siz üretmiyorsanız, toplum olarak felâketinizi hazırlayabilirsiniz.

Bilim, topluluklardaki güç odaklarının dışında ve üstünde yeni bir kuvvet yaratabilen önemli bir değiştiricidir. Aynı özellik teknolojide de bulunur. Bu açıdan bakılınca araştırma safhasında, teknoloji ile bilim arasındaki farklar, hemen tamamen silinmektedir; insanı teknolojik yeniliklere götüren yol, bilime ait çalışmalardan farksızdır.

Bilgi edinme yöntemleri ile bilimin, psikolojik, sosyolojik ve felsefî değeri ile kazandırdıkları üzerinde, binlerce kitap yazıldı, yazılacak. Zekânın kapasite kullanımının yansımaları, bilgisayar teknolojileri ile robot tasarım ve işletme örneklerinden izlenebilir. 

Bilgi, insanı, iyiye, güzele, doğruya, faydalıya yöneltip bunlara sahip çıkıcı kılmalıdır. Bir diploma veya sertifika aracı olmayı aşan ve özümsenmişlik basamağına taşınabilen bilgi, insanın ve toplumun ruh ve beden sağlığına katkılar sağlar. Üretilen ve öğretilen bilgi, toplum içindeki sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik farklılıkları bir zenginlik olarak görüp, ana yapı ile bütünleşmesine katkı verici bir nitelik taşımalıdır.

Bilim, değiştirme ve dönüştürme gücü taşıyan genelleşmiş doğrulardır. Bilgi, bizim karşılaştığımız bilinmezleri, çözmemizi, başkalarının da benimseyeceği hükümlerden oluşur Bilim, bir taraftan açıklayıcı, soru ve sorun çözücü, sınıflandırıcı; diğer yandan teknoloji ve teknik aygıta dönme imkânı verici yanıyla, önemli bir değiştiricidir; bilim, karşı konmaz değişim ve dönüşümlere yol açmaktadır. İnsanda bilinç yaratmayan değişim ve dönüşümlere yol açmayan, söz, yazı ve davranış ile paylaşıma sunulmayan bilgi bir yüktür.

İnsanın soru ve sorunlarını çözmeye yetmeyen, teknik ve teknolojik ilerleme yönündeki değişim ve dönüşümlere yol açmayan bilgi de, bilim de, zaman içinde insanlığa zararlar getirebilir. Fen, tabiat ve sağlık bilimlerinde de, sosyal bilimlerde de, yeni ve yararlı bilgiye ulaşmak, ulaştırmak ilke olmalı.  Bunu  sağlayamayan bilgi, gereksiz  bir birikimdir.

Ülkesindeki kirlenmiş ve küflenmiş, gereksiz yük konumuna düşmüş bilgiyi de, bilgi ve uzman açığını da, gerçek aydınlar ile büyük liderler tespit eder, gereğini yaparlar.

Siyasî bağımsızlığını yitirmiş, düşünce ve bilim bağımsızlığı şöyle dursun, bir kavram veya terim üretip tanımlamaktan aciz hale gelmiş, düşmana karşı koyucu ordusu bulunmayan bir toplumu, işgale uğramış bir ülkeyi Millî Mücadele’ye katılmaya hazırlayan önder Mustafa Kemal Paşa, barışla beraber, bir bilgilenme seferberliği başlatmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarını bütünleştirerek çağdaşlaştırma kavgasını başlatıp bu ülküsünü de, zaferle tamamlamak için yaptığı kurumlaştırmalara ve dönüştürmelere liderlik eden Atatürk’ün şu sözünü tekrar hatırlayalım:

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”

Bilimi bir mürşit, yol gösterici olarak kabul eden toplumların, emek-yoğun değil, makine-yoğun denilen bir hayat yaşadıklarını yeniden düşünelim. Bilimi üreterek, bir kısmını teknolojiye dönüştürerek, ilerleyenler, başkalarının da yönlendiricisi olurlar. Bilimi üreten toplumların, ya doğrudan bilgi satarak, ya bu bilgiyi teknolojiye dönüştürerek veya bu teknolojileri, teknik araç ve gereç halinde üreterek başkalarına pazarladıklarını yeniden düşünelim. Kavramları, terimleri üretenlerin de, yöntemleri, teknolojileri, buluşları çıkaranların da, diğer toplumların düşünce ve davranışını biçimlendirerek, onlara egemen olduklarını yeniden değerlendirelim.

Siyasî bağımsızlığını, ekonomik bağımsızlıkla; siyasî ve ekonomik bağımsızlığını ise, kültürel bütünleşme ve bağımsızlıkla tamamlayamayan ülkeler, başkalarının emir ve istekleriyle biçimlenirler.  Kültürel bağımsızlık da, ekonomik bağımsızlık da, bilgi üretmek, üretilen bilgiyi değişim ve dönüşüm ögesi olarak kullanmak ve pazarlamak ile ilişkilidir. Beslenme, barınma, korunma, enerji, eğitim, hukuk, sağlık, mühendislik, iletişim, haberleşme ve ulaşım alanlarına ait bilgi üretimine ve pazarlamaya ilişkin planların, tuzakların avı olmamak… ‘Sömürü’ ‘sömürgeci plan’ ve ‘emperyalist strateji’ kavramlarını ile ‘sömürülmeyen bağımsızlık’ terimini sizler de, yeniden tanımlayınız…

Kavramlaştırma, terimleştirme, sınıflandırma, yöntemleştirme ile damganızı taşıyan markalaştırma faaliyetlerini, vazgeçilmez bir ilke ve hedef saymıyorsanız, siz de diploma sahiplerinden biri olursunuz. Türkçe konusunda bilgisi bilinçli bir ışığa dönüşmüş bulunan Atatürk’ün, kavramların ve terimlerin Türk dilinin kurallarına göre üretilmesi buyruğunu verip -geometri alanında olduğu gibi- bu düşüncesini örneklendirdiğini dâimâ hatırlayalım.

Türklük nedir? Türklük öncelikle tarihî bir gerçeklik. Tarihin, tarihî coğrafyanın içinde binlerce yıldır oluşup gelen psiko-sosyolojik bir varlık olan Türklük… Başta dil olmak üzere -dildeki ses ve yapı değişmeleri, yazı dili oluşmaları bir kenara-- kendisini, başkalarını, varlıkları adlandırıp anlamlandırma göstergesi olan diliyle, akıl sezgi, bilim ve zevke ilişkin eserleştirmelerin sonucunda, tarih içinde özel bir yapı olarak beliren Türklük… Yer yer mahallî benlik ve kimliklerin öne çıkmasıyla, halkın bilincinin derinlerinde kalan Türklük… Bir de, politik / ideolojik gerçeklik olarak kavramlaşan, terimleşen Türklük var: Siyaset ve güçlü fikir odaklarının, hukuk metinlerinin tanımladığı Türklük… Bu anlamdaki Türklük, bilincin yıkadığı bir kavram olarak, lider şahsiyetlerin ve / veya etkili aydınların, bilgi, bildirim ve yorumlarından alınarak, hukuk metinlerine yansımakta, bağlayıcı hükümler haline dönüşmektedir. Anayasa ve medeni kanun bu belgelerin önde gelenleridir.

Zekânın dönüştürücü gücünü devreye sokarak, aklın imkânlarını bilimleştirerek, Türklüğe de, insanlığa da, refah, huzur, barış getirici bilgiler, yorumlar ve buluşlar sunmalıyız. Başta eğitim ve öğretim olmak üzere, her türden işin ve karar vericiliğin, bilgisi, birikimi ve becerisi yeterli olan “uzman”lara bırakılması ilke sayılmalı. İhtiyacı duyulan bilgi ve teknoloji, güvenilir uzman ve bilim insanlarının çalışmalarıyla artacaktır.

Bağımsızlığı, özgürlüğü ve refah içinde çağdaş bir hayatı paylaşmayı isteyenler, yeni bilgiler edinmeli, bilgi üretimine katkıda bulunmalı; katkı yapanları desteklemelidir. Siyasetçiler ve idareciler ise, bilime ve uzmanlığa karşı ilgili ve saygılı olmalıdır.

Ülkemizin, toplumumuzun, Türk dünyasının ve insanlığın ihtiyacını duyduğu kavramları, terimleri, yöntemleri, bilgileri ve teknolojileri üretmenizi bekleyerek, yeni ders yılınızın başarılarla biçimlenmesini dileyerek, her birinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum…

Sadık K. Tural





* 19 Ekim 2009 günü Çankırı / KARATEKİN Üni.nin öğretim yılı açılış törenlerinin ardından verdiğim açılış dersidir. Toplantıda bulunan, Ankara’ya dönerken metnin bir kopyasını isteyen Saygıdeğer Hüseyin AĞCA Hoca, ’‘yayınlanırken hitap nitelikli ifadelerin çıkarılmasını ve ara başlıklar konulmasını’ istemişlerdi; ne yazık ki, isteklerinden birini yerine getirdim. S. K. Tural

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder