İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

28 Şubat 2016 Pazar

DİN VE İBADET ANLAYIŞIMIZ (1-2)

R. İhsan Eliaçık
          
Türkiye’de birisi için “Dine yönelmiş, ibadete başlamış” deyince neden akla gelen “Namaza başlamış, örtünmüş” oluyor?

Keza “Dini bırakmış, ibadeti terk etmiş” denince de neden “Artık namaz kılmıyormuş, başını da açmış” denmek istendiği anlaşılıyor?

Yani din ve ibadet denince neden namaz, oruç, hac, başörtüsü, cüppe, sakal vs. birkaç şeklî ibadet ve görüntüden başka bir şey düşünülemiyor? 

 Çünkü din ve ibadet anlayışımızın içi boşaltılmış ve muazzam bir anlam kaymasına uğramıştır. 

Hâlbuki bir adam namaz kıldığı halde imansız, bir kadın başı açık olduğu halde iman sahibi olabilir. Bir cüppe içinde ahlaksız, saçları arkadan bağlanmış bir kafanın içinde de asil ve erdemli bir düşünce bulunabilir.  

Artık namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, başını örtmek vb. ritüel ve figürler iyi bir Müslüman olmanın değil; nereye, hangi kampa, hangi mahalleye mensup olduğunuzun göstergesi haline gelmiştir. Peygamber zamanındaki işlevlerini kaybetmiş, dahası sahici özelliklerini yitirmişlerdir.


Kişinin iyi bir Müslüman olduğunun anlaşılması için artık başka şeylere bakılmalıdır.


İyi bir Müslüman olmak için, her şeyden önce iyi bir insan olmak lazımdır:

Bu da iyilik, güzellik, doğruluk yolunda (sırat-ı müstakim) yürümekle,

Sevgi ve merhametle (rahmet) dopdolu olmakla,

Sözün namusu ile yaşamakla (sıdk),

Hakka hukuka tacavüz (zulüm)  etmemekle,

Kalbi adalet ile çarpmakla, saf bir yürek temizliğine sahip olmakla (ihlas),

Güzel ahlak sahibi olmakla (hüsn),

Her türden kötülükle aktif mücadeleyle (cihad),

Komşusu açken tok yatmamakla ve insanların elinden ve dilinden emin olduğu bir kişilik sahibi olmakla mümkündür.

 Din ve ibadetin özünü bunlar oluşturur. 

Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek vs. bunları sağlar, bunlara vesile olur, bunları doğurur. Doğurmuyorsa yaptığınız tapınak dini ve ibadetidir.


***


Demek ki M. İkbal’in tabiriyle “İslam’da dini düşüncenin yeniden inşasına” şiddetle ihtiyaç vardır.

Yani din ve ibadet anlayışı yeniden yapılandırılmalıdır.


Aslında bu ihtiyaç tarih boyunca hiç eksilmemiştir.


Tarih boyunca peygamberlerin, birçok bilge ve filozofun “tapınak dinleriyle” başlarının derde girmiş olması tesadüf olabilir mi?

Buddha Hint din adamları Brahmanlara karşı çıktı. 

Zerdüşt’ü eski İran din adamları sınıfı Moğlar öldürttü. 

Mani’yi Mecusi din adamları astırdı. 

Musa’yı eski Mısır din adamları sınıfı olan Hamanlar tekfir etti. 

İsa’yı Yahudi Haham sınıfı yargılayıp çarmıha gerdirdi. 

Sokrates Delhi tapınağının fetvasıyla öldürüldü. 

Hz. Muhammed’in daha ilk günden Mekke’deki en azılı düşmanı rahip Ebu Amir idi. Kâbe çetesini suikasta kışkırtan, “Mescid-i Nevbevi”nin karşısına “Mescid-i Dırar’ı” yaptıran da bu rahip Ebu Amir’den başkası değil miydi? 

Bir peygamberin en azılı düşmanı nasıl bir din adamı olabiliyor? 

Bu ne yaman bir çelişkidir?
 

Ali Şeriati’nin dediği gibi dine karşı din var”, görmüyor musunuz?

 Biz hangisinin din ve ibadet anlayışı üzereyiz?


***

Modern dünyanın insanı bu yaman çelişkiyi unuttu. Bütün dinler, modern öncesi ortaçağ dünyasının fenomenleri olarak görüldüğünden, nasıl olsa günümüzde hiç birisi de işe yaramayacağından hangisi olsa fark etmezdi. Eh, İslam da dinlerden bir din olduğuna göre aynı şeydi…

İşin ilginç olan yanı Müslümanlar da bu argümanı içselleştirerek, modern dünyaya karşı bütün dinleri aynı kefeye koyarak savunur hale geldi. Dünya tarihi ikiye ayrılıyordu artık: Aydınlanma öncesi dinlerin hakim olduğu kutsalın ve geleneğin dünyası ve Aydınlanması sonrası seküler modern dünya…

Kendilerini nasıl da “Aydınlanma” olarak kabul ettiriyorlar Herkes sorgusuz sualsiz bu ayrımı ve tanımı nasıl da kullanıyor. “Durun bakalım, siz kendinizi nasıl Aydınlanma olarak görüyorsunuz? İnsanlık tarihini sizden önce ve sonra diye nasıl ikiye ayırıyorsunuz? Hem siz kim oluyorsunuz?” diye sormuyor. Boyuna modernite öncesi kutsalın , dinlerin ve geleneksel dünyanın nasıl daha da iyi olduğu anlatmaya çalışıyor.

Böyle olunca Buddha ile Brahman’ın, Zerdüşt ile Moğ’un, Mani ile Mecusi’nin, Musa ile Haman’ın, İsa ile Haham’ın, Muhammed ile Ebu Amir’in arasındaki yaman çelişki kayboluyor.  Tam da modernin istediği ve yapmaya çalıştığı gibi, hepsini aynı kefede bir sepete dolduruyoruz. Artık, “Eh din işte, ha haham ha peygamber ne fark eder oluyor…

Dolayısıyla din ve ibadet anlayışımız bir Hindu’nun, bir Yahudi’nin, bir Hıristiyan’ınkinden farksız hale geliyor. Nasıl ki “papaz kilisede” ise  “hoca da camide” oluyor. Din ve ibadet birkaç ritüelden (tanımlanmış şekli ve törensel hareketler) ibaret hale geliyor.


***

 Böylesi bir din ve ibadet anlayışına itiraz etmeliyiz.


Öncelikle İslam’ı diğer dinlerle aynı kefeye koyup, moderniteyle karşılaştırıp durmaktan vazgeçmeliyiz. Onu kendi indiği çağdaki ve daha da önceki dinlerle karşılaştırılmalıyız. Bu bize çok şey öğretecek ve modernite karşısında donanımlı hale getirecekti. Çünkü İslam insanlıkta olduğu gibi özellikle dinî dünyada büyük bir reformdu. 

Aksi halde İslam adına modern dünyaya hiç bir şey söyleme hakkımız olmayacak. Çünkü vakti zamanında reforma uğrattığımız birçok şeyi, sırf modern bizi onlarla aynı kefeye koyuyor diye moderne karşı savunur hale getiriliyoruz; al sana bir yaman çelişki daha…

Bunun için İslam’da dini düşüncenin yeniden inşası kaçınılmaz hale gelmiştir. Çünkü İslam, reforma uğrattığı diğer dinlerle aynı kefeye kona kona neredeyse buhar olup uçmak üzere… 

Bunların en başında da din ve ibadet anlayışımız geliyor.

Din ve ibadet anlayışımızın birkaç şekli ibadet etrafında dönüp duran bir “totolojiye” (kısır döngü  /  anlamsız tekrar) haline gelmesi bunun en iyi göstergesi değil mi?


***


Eskiler buna “zahir” demiş ve söz konusu bu kısır döngüyü / anlamsız tekrarı aşmak için “batın” diye bir yeniden anlamlandırma faaliyetine girişmişler. Fakat burada da ipin ucu kaçınca tekrar “zahire” sarılma yönelimi başlamış ve bu böyle devam edip gelmiş. Vakıa, dini düşünce tarihimiz aynı zamanda bu gidip gelmenin / gerilimin de tarihidir.

Oysa zahir ile batın, teşbih ile tenzih, dünya ile ahiret Hz. Peygamber’in akıl, ruh ve gönül dünyasında billurlaşarak birleşmişti. Dinin kemale ermesi yani en olgun hale gelmesi bir açıdan da bu demekti.
 

İnşa çağında yapmamız gereken esas iş, işte böylesi bir akıl, ruh ve gönül dünyasını yeniden kurmaktır. Bu nedenle ihya çağlarının saf zahirci, batıncı, teşbihçi veya tenzihçi ekollerinden sadece birisinin körü körüne takipçisi olamayız. Yeniden kurmak, tekrar yapılandırmak derken kastettiğimiz bundan başkası değildir.


***


Din ve ibadet anlayışımıza buradan girerek baktığımızda bir taraftan zahiri bir donma yaşanırken, diğer taraftan da batini bir buharlaşma yaşandığını görüyoruz. Donmayı ve buharlaşmayı asli haline yani hayat veren bir suya nasıl dönüştürebiliriz? Esas mesele budur. 

Bugün din ve ibadet anlayışı iyice daraltılmış, camiye, kandil gecelerine ve sayısı üçü beşi geçmeyen birkaç ritüele indirgenmiş durumdadır.

Müslüman zihnin din ve ibadet denince aklına cami, ezan, kandil, türbe, şeyh, yeşil sarık, başörtüsü, cin, peri, masal, mucize, kehanet, sır, musalla taşı, mezarlık ve yalnız -o da şekli kalmış- üç ibadet ritüeli; namaz, oruç ve hac neden geliyor sanıyorsunuz?

Oysa din ve ibadet bunlar mı demek?


***


Çünkü modern dünya da dini böyle anlıyor. Onlara göre esasında din, modern dünyada bunlardan başka bir şey değildir. Modern öncesi ortaçağlardan kalma büyülü bir dünya… Bunlar artık modern insanın sadece akıldışılığa, sır ve gizeme duyduğu merakı gideren birer “fenomen” olabilirler. İnsanları rahatlatırlar da. Sosyolojik olarak yararlı da olabilirler. Dine başkaca anlamlar yükleyip bu çerçevenin dışına çıkarmaya kalkmak mümkün değildir.

Siz olsanız sosyal hayatı ve hele de devleti sırla, gizemle, kehanetle, rüyayla, din adamları sınıfının keşf ve kerametleriyle, İkbal’in tabiriyle “donmuş kalmış 590 yıllık metinlerle”, Akif’in tabiri ile “700 yıllık eserlerle avarelik ederek” yönetir misiniz?

Siz dininizi böyle anlıyorsanız dönüp moderne niye kızıyorsunuz? Modern de dinin esasında bunlardan başka bir şey olmadığını söyleyip duruyor.

Peki, nedir o halde din? Ne manaya geliyor ibadet?



***


İslam’ı “dinlerden bir din” olarak görenler, onun “ibadetlerini” de kaçınılmaz olarak diğer dinlerin ibadetleri gibi bir ibadet olarak görürler…

Nasıl ki diğer dinlerin görkemli tapınakları, din adamları sınıfı ve kendilerine özgü dini kıyafetleri, tütsülü, buhurlu ayinleri, kutsal gün ve geceleri, mucizeleri, kehanetleri vs. var, İslam da bu dinlerden biri olduğuna göre, onda da bunlar var hatta olmak zorunda…(!)

Böyle düşünenlerin, İran kisrasının karşısına çıkan sahabenin Baldırı çıplak çöl bedevileri sarayıma kadar niye geldiniz? diye sorulunca “İnsanları dinlerin zulmünden ve krallara ibadetten (onlara kulluk ve kölelik yapmaktan) kurtarmaya geldik cevabından bir şey anlayacaklarını sanmıyorum.


Çünkü bunu söyleyen sahabenin dilindeki “din” ve “ibadet” hiç de bizimkine benzemiyor.


Bu, tamı tamına İslam’ın “lailahe illallah” evrensel çağrısını yansıtan ve o günkü dünya kamuoyunu sarsan bir sözdür…

O günkü dünyanın batısına ve doğusuna hakim Bizans ile Sasani imparotorluklarının saraylarında yankılanan ve “çok büyük bir tehdit” olarak algılanan bir sözdür… 

Bu iki imparatorluk geleneğinin asırlardır bölgeye hakim olmak için ürettikleri iki din olan Yahudilik ve Hıristiyanlığın tapınaklarında da yankılanan ve meslek dışı bir yerden (sokaktan) gelen bir tehdit olarak algılanmış bir sözdür…

O günkü Mekke’de Ebu Lehep gibilerinin başını çektiği Allah, Kâbe, din ve ibadet istismarına dayalı tefeci bezirgân düzenine (Yeda Ebu Lehep) “yıkılsın, yokolsun, kahrolsun” (tebbet) diye haykıran gerçekten de çok büyük bir tehdit ve asla affedilmeyecek bir sözdür…


O sahebenin dilindeki “din” ve “ibadet” kelimeleri, Kur’an’ın kullandığı anlama paralel olarak kral saraylarında,  ruhban tapınaklarında ve bezirgân sofralarında, evet, böyle algılanmıştır. Tehdit değerlendirmesi gayet yerindedir, aynen algıladıkları gibidir. Bunu bizim söylememize gerek yok, tarihe bakın, olanlara bakın aynen algıladıkları gibi olduğunu görecekseniz. Yani korktukları şeyin başlarına geldiğini göreceksiniz.

Peki ya şimdi…

Tarihi süreç içinde tersine bir gelişme yaşandığını görüyoruz
.


İndiği çağda zaten kullanılmakta olan din ve ibadet kelimelerini sarayların, tapınakların ve bezirgânların dünyasından çekip alan ve ona bambaşka bir yön veren (aslına döndüren) Kur’an’ın, tarihi süreç içinde mehcur bırakılmasıyla (terkedilmesiyle), diğer ümmetlerin girdiği deliklere bizimde girdiğimizi ve dönüp dolaşıp onların din ve ibadet anlayışını benimser hale geldiğimizi görüyoruz.

Bu nedenle olsa gerek “İslam dinlerden bir din değildir” veya “Allah-insan ilişkisi efendi-köle ilişkisi değildir” dediğimizde meramımızı anlamakta zorlananlar oluyor.


Peki, nedir o halde İslam’da din ve ibadet?

DİN kelimesinin Kur’an’da 103 yerde ve dört esas manada kullanıldığını görüyoruz.  Bunu kolayca anlamamız için Arapça’da alt-üst, arka-ön şeklinde dört yönü de ifade için kullanılan ve aynı kökten gelen “dûne” sözcüğü bir fikir verebilir. 

 Buradan anlıyoruz ki “din” insanoğlu için dört boyutlu bir ilişkiler ağının tümünü birden ifade ediyor;

Geriye doğru (adet, töre),
İleriye doğru (yol, yordam),
Yukarıya doğru (itaat, bağlılık),
Aşağıya doğru (hüküm, kural, ceza, mükâfat)…


Bunların hepsini birden topladığı için yani “tedvin” ettiği için bir tek kelimeyle durumu “din” diye ifade ediyoruz. Demek ki din kavramının, Kur’an’da kullanım yerlerine göre kiminde adet, kiminde yol, kiminde itaat ve bağlılık, kiminde de hüküm, kural, yargı, ceza ve mükâfat anlamında kullanılması bu nedenledir.  

Bu durumda söz konusu dört boyutlu anlamlar, değerler ve kurallar bütünü “din”, bunun bir coğrafi mekânda ete kemiğe bürünüşü “Medine”, bu bürünüşün mensupları “medenî” ve mensuplarınca ortaya konan maddi ve manevi tüm inşa ve imar faaliyeti de “medeniyet” oluyor.

Bu kelimelerin hepsi de din ile aynı kökten… Aralarında kopmaz bir bağ var. Yani bunlar
 bölünmez bir bütün…”


***


Kur’an kendi anlamlar, değerler ve kurallar bütününü bir “gerçek hayat dini” (dinu’l-gayyime) ve insanlığın ana yolu / ipi” (hablun-mine’nnâs) olarak tanıtır. Buna, sanki bir madalyonun öbür yüzü gibi aynı zamanda “Allah’ın yolu/ipi” (hablun minellah) der.

Kur’an’ı insanlık âlemine, insanlık vicdanının ifadesi (basairu li’nnâs), yol gösterici (huda) ve halklar için sevgi ve merhamet kaynağı (rahmet) olarak tanıtır. (Casiye; 45/20).

Diğer dinlerin bu ana insanlık yolundan ayrılmak suretiyle ayrıca birer “din” oluşturduklarını söyler ve ısrarla bu yola geri dönmeye çağırır. (Rum; 30/30, Ali-İmran; 3/112). 

Üstelik daha önce hiç görülmedik bir şekilde onları tanır ve “Ehl-i Kitap”, “Mecusi, “Sabiî” gibi isimlerle anar. Bir arada yaşamaya ve barışa dayalı bir ilişkiler hukuku belirler. Daha önce hiçbir dinin ötekini bu şekilde “tanıdığı” görülmemiştir. Tabi tanımak doğru bulmak demek olmuyor.  



***


Demek ki İslam, kendini insanlığın ana yolu, fıtrat dini ve o ana kadar insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsinin devamcısı (musaddık) olarak vazediyor. İnsanlığın gelmiş geçmiş tüm olumlu birikimini sahipleniyor. Geri kalan tüm olumsuzlukları kendinden önceki dünyada bırakıyor ve ona “karanlıklarda kalınan dönem” (cahiliye) diyor…

Yeni dönemle birlikte gelene ise “gerçeğin ta kendisi” (hak) diyor. Yani sözün realiteyle uyumlu olması; tarihin, hayatın ve tabiatın aktığı yerden akan yaşayan gerçekliğe tekabül etmesi… 

Bundan kopana ise sahte, içi boş, kof, realiteyle çelişik bir takım kuruntular (batıl) diyor. Gerçeğin ta kendisi (hak) gelince, sahteliğin ve içi boşluğun (batıl) yok olmaya mahkûm olacağını haber veriyor.

 Bunun için Allah kendi dinine, kimsenin kendi tekeline alamadığı ve alamayacağı, gerçeğin ta kendisi olan din (dinu’l hak), diğerlerine de gerçeklikten kopmuş, bir takım sınıfların, kavimlerin, kişilerin, bölgelerin vs. tekeline girmiş, kuruntularının ifadesi haline gelmiş diğer bütün dinler (dini kulli) dediğini görüyoruz (Tevbe; 9/33).


***


Şu halde Allah’ın dini İslam’a bütün bunları görmezden gelerek “dinlerden bir din” muamelesi yapmak, sanırım en çok Allah’ı kızdıracaktır. Çünkü Kur’an ısrarla bunların aynı şeyler olmadığını söylüyor.

Oysa bugün din denilince insanların aklına, İslam da dahil olmak üzere mabed, tapınak, din adamı, papaz, keşiş, haham, hoca, şeyh, sarık, cübbe, kandil, ayin, türbe, mucize, kehanet, keramet, buhur, tütsü, sır vs. geliyor.

İbadet denilince de İslam’da dahil hepsi birbirine karıştırılarak, namaz, oruç, abdest, camiye, kiliseye veya havraya gitmek, günah çıkartmak, yağmur duasına çıkmak vs. akla geliyor.



Neden din denilince akla hak, hukuk, adalet, işgaller, zulümler, tecavüzler, yoksulluk, yolsuzluk, sokak çocukları, özürlüler, açlar, susuzlar, giderek artan boşanmalar, dağılan aileler, işsizler, zam, zulüm, işkence, plansız şehirleşme, trafik, gecekondu, sanat, edebiyat, şiir, felsefe, müzik, sinema, tarih, tabiat, uygarlık vs. vs… gelmiyor.

“Güldürme adamı, dinin bunlarla ne alakası var?” diyeceksiniz belki…

Evet,
 tapınak dinlerinin” yok ama “gerçek hayat dininin” var!

“Tapınma”nın yok ama
 “ibadet”in var!

Belirli bir yer ve zamanda yapılan, önceden belirlenmiş hareketlerden oluşan tapınma ile yeri ve zamanı olmayan, hayatın içinde canlı faaliyet olarak gerçekleşen ibadet arasındaki fark…


Şu halde nedir ibadet?


İBADET: Sözlükte “abd” kökünden Arapçanın tarihsel kök ve komşu dilleri Aramice, Akkadça, İbranîce, Süryanîce, Habeşçe gibi Sami dillerinin hepsinde “yapmak, meydana getirmek, ortaya çıkarmak, çalışmak, üretmek” demektir. 

BEDAET de kökün harfleri değişmeden “bda”ya dönüşümü ile “yaratmak, yapmak, meydana getirmek, icat etmek, bir şeyi ilk olarak ortaya çıkarmak” anlamındadır. Son harfin “hemzelif”e dönüşmesi ile “bde”  de ise yine mana pek bozulmayarak bir şeyi “başlatmak, ortaya çıkarmak, icat etmek” manası kazanır. 

Şu halde Allah ile insanın aktüel ve dinamik ilişkisinde ortaya çıkardığı, meydana getirdiği, yaptığı, yarattığı, icat ettiği, ürettiği her tür iş ve oluş bu kapsama giriyor. 

Yapılan / üretilen iş ve oluşun faili Allah ise buna bedaet, ibda, mubdi’, faili insan ise buna da ibadet, ubudiyet, taabbud deniyor. Her ikisinde de ortak anlamın yapmak, ortaya çıkarmak, üretmek, meydana getirmek olduğunu görüyoruz…


***


Öte yandan abd kelimesi Kuran’ın nazil olduğu dünyada yaygın olarak kullanılıyordu. Özellikle bir takım putlara, krallara ve imparatorlara yönelik olarak “arz-ı ubudiyet etmek” veya “kul köle olmak” deniliyordu. 

Babil, Sasani, Mısır, Roma, Bizans gibi eski dünyanın Tanrı-Devlet kralları ahaliye “kullarım, kölelerim” diye seslenirlerdi. Kendilerine de Tanrı’nın oğlu, temsilcisi veya doğrudan Tanrı derlerdi.

Kuran’daki abd kavramı işte bu anlayışa isyan olarak doğdu. Kur’an bunu alıp kullandı ve fakat kavramın içeriğini değiştirdi. Yalnız sana ibadet ederiz ifadesindeki “ancak, yalnızca, sadece, sırf, salt” anlamına gelen iyya sözcügünün önce gelmesinden de anlaşılacağı gibi bu hususiyet ifade eden bir tepki ifadesidir (kasr ve ihtisas) ki “başkasına değil” anlamı verir; yoksa “başkasına yapıldığı gibi” demek olmaz. 

Dolayısıyla ibare “Başkalarının putlara, krallara tapındığı gibi biz de sana tapınırız, kulluk-kölelik ederiz” değil;  ilkten “Putlara ve krallara tapınmayı reddederiz” manasında başkaldırı ifade eder. 

Bu, her yanı tanrı-kral anlayışı ve kulluk-kölelik ilişkileriyle dolu bir dünyaya çölün içlerinden yükselen bir isyan sesi, insanî özgürlük çağrısıdır.

 Nitekim ilk sahabe nesli bunu böyle anlayarak her tür put tapınmasını, krallara kulluk arz-ı endam edilmesini reddetmişler ve Allah’a yönelerek bu tür bağlardan azat olmuşlardır.

Bu ise insanoğlunu, insan olma yolunda zorlayıcı bir içkinlikle ilerletmiştir…


Ardından taşındığı yeni Kur’an ikliminde abd kavramı “yâr ile yolculuk” dönüşmüştür. Bunun anlamı ise insanın batıl bağımlılıklardan azat olması, ilâhî anlam ve mananın derinliklerinde durmaksızın yol almasını ifade eder. Allah ile canı gönülden dost olması, O’nun sınırsız, şekilsiz, enlemsiz, boylamsız ve sonsuz varlığında kendini açması, iş ve oluş üretmesi, ortaya çıkarması, meydana getirmesi, inkişaf ettirmesi manasına gelir. 

Bu nedenle Allah’ın yapması / edip eylemesi anlamına gelen yaratmak, varlık oluşturmak, icat etmek birer iş ve oluş yani ibda olduğu gibi, insanın yapması / edip eylemesi anlamına gelen çalışma, üretme, icat etme, meydana getirme, mücadele etme, direnme, imar etme, zülme karşı savaş, iyilik yapma, güzel davranma, doğru olma (amel-i salih) vs. de birer iş ve oluş yani ibadet olur. 


Zorla özgürlüğüne el konulmuş bir insan efendisi için iş ve oluş üretirse buna da abd (kul köle) denir. Ancak Allah / insan ilişkisi bu manada efendi / köle ilişkisi değildir. Bu, efendi / köle ilişkilerinin yaygın olduğu bir dünyanın muhayyilesidir. Şüphesiz Kur’an bu muhayyileye hitap etmiştir fakat onu dönüştürmüş, diğer bir çok konuda olduğu gibi içeriğine müdahale etmek maksadıyla kullanmıştır. Oysa gerçekte bu ilişki yalın olarak Allah / insan ilişkisi olarak okunmalıdır. Çünkü insanın burada özgürlüğüne zorla el konulmaz. Bilakis insan kendi özgür iradesiyle, canı gönülden Allah’a yönelir, O’nun sonsuz sevgi ve merhametine karşılık insanî sevgi ve saygıyla karşılık verir. Bu nedenle de O’nun için çalışır, çabalar ve O’nun yolunda tarihin meydanında “yürür”… 

Burada, Kuran’ın, 7. yüzyılda putların, kralların, imparatorların, din adamlarının vs. önünde yerlerde sürünen insanoğlunu alıp nasıl yücelttiğine, özgürleştirdiğine dikkat edilmelidir. 


Bu nedenledir ki Kur’an, tanrılık taslayan otoritelere (tâğut) tapanlardan (Maide; 5/60), ruhunu kötülük sarmış şer odaklarına (şeytân) tapanlardan (Yasin; 36/71), put heykellerine (esnâm) tapanlardan (Şuara; 26/71), insanların birbirine tapmasından (Ali-İmran; 5/64), ataların taptığına tapıp durmaktan (Hud; 11/62), peygambere ve din adamlarına tapanlardan (Tevbe; 9/31) özellikle bahseder. 

Bunların dışındakileri de Allah’tan başkası ( min dunillah) diyerek mahkûm eder.


İlginçtir, Kur’an ibadet kelimesini 278 yerde geçmesine rağmen, namaz kılmak (iqamu’s-salât), oruç (savm), hacc ve umre, kurban (hedy) gibi bizim “ibadet” dediğimiz şeylere izafe ederek kullanmaz.

Kur’an’ın bunlardan bahsederken kullandığı kavramnusuk/menasik’dir. Kur’an’da 7 yerde geçen bu kelime kullanılırken (ör. Bkz. Bakara; 2/196, En’am; 6/163) genelleme yapılması yani namaz, oruç, kurban vs. tüm “şeklî ibadetleri” içine alacak şekilde kullanılması dikkat çekicidir. Manâsik sadece hacdaki ibadet şekilleri demek değildir. Şu halde namaz, oruç, hacc, umre, kurban bizim menâsikimiz olmaktadır. İbadet -bunları da içine alan- çok daha geniş bir kavramdır. Dolayısıyla ibadeti sayısı bir elin parmağını geçmeyen menâsike indirgemek hiç de doğru görünmüyor. Zaten Kur’an onlara menâsik demiş…


***


Öyle görünüyor ki Kur’an’ın ibadetten kastettiği, hayatı, yukarıda sayılan bir takım kişi, otorite, odak ve mercilere tapınarak değil; Allah bilinci (şuuru) ile yaşamaktır. Bundan dolayı da ibadet tarihin, hayatın ve tabiatın içinde canlı bir faaliyet olmak icabeder.

Allah görünen bir nesne olmadığı ve herhangi bir insanda, peygamberde, kurumda, otoritede tecessüm etmediği için, yer ve mekân da biçilemeyeceği için
, son tahlilde Allah’a ibadet, görünür nesnelerden tam bir bağımsızlaşmayla “insanın” bütün görkemi ile ortaya çıkışıdır.

Artık bu ortaya çıkışta abd-mabud ilişkisi efendi-köle ilişkisini değil; yâr-yarân, âşık-mâşuk, seven-sevilen ilişkisini ifade eder. İbadet sevdiğin için uğraş ve çabaya, dua sevdiğinle iyi günde kötü günde istek, çağrı ve dertleşmeye, namaz sevdiğinle buluşmaya dönüşür…



***


Bu nedenle İslam’da namaz, oruç vs. tabiri caizse “ibadet doğuran ibadetler” dir. Daha doğrusu “ibadet doğuran menasiklerdir

Nusuk/menâsik kelimesini Arap bakın nerelerde kullanıyor: Toprağı ıslah için gübrelemek (nusuku’l-ard), yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardun nâsike)…

Demek ki nusuk, toprak için nasıl gübre ve yağmur oluyor da yeni ürün bitirtiyor, yeşillendiriyorsa, Müslüman için de menâsik böyledir. O da insanda yeni ameller doğurtur; başka iyi, güzel ve doğru davranışlara vesile olur. Bunun için nusukların şahı olan namaz bütün kötülüklerden alıkoyar. Yani toprak için gübre ve yağmur neyse, insan için da namaz odur…

Demek ki İslam’da nusuk/menâsik bir tapınma değildir. Yaparsın ve orada bitmez. Gübre gibi başka bir şeyin doğmasına, yağmur gibi de başka bir şeyin canlanmasına, hayat bulmasına neden olur. Bunun için statik değil dinamiktir. Statik olana tapınma, dinamik olana nusuk denir.


***


Demek ki nusuk/menasik şekil ve ritüel ile sınırlı ve daha dar iken, ibadethayatın tüm alanlarına yayılmaktadır. Yani nusuk/menasik Müslüman insan yoluyla hayatı gübrelemekte, yağmur olup yağmakta ve hayatın içinde canlı bir faaliyet olarak ibadetleri ortaya doğurmaktadır.


Bu anlamda ibadetin yeri ve mekânı yoktur. 

Mekânın her yerinde ve zamanın her anında canlı bir faaliyet olarak görünür; bazen bir yoksulun sofrasında, bazen bir annenin yavrusuna atılışında, bazen bir gönlün titreyişinde, bazen bir adalet terazisinde, bazen bir direnişçinin namlusunda, bazen bir esnaf imzasında, bazen yakarışta, bazen haykırışta, bazen ağlayışta, bazen gülüşte, bazen sözde, bazen namusta, bazen sadakatte, bazen iffette… 


***


Böyle olunca sizin dünya görüşünüz ve hayat tarzınız dininiz, dininiz de dünya görüşünüz ve hayat tarzınız olur. Faaliyetiniz ibadetiniz, ibadetiniz de faaliyetiniz manasına gelir. Bunları kim için yaptığınıza bakacaksınız.

 Bu nedenle gerçek din hava gibidir. Hiçbir yerde görünmez ama herkesi yaşatan odur. 

Gerçek ibadet de su gibidir. Her yerden akar, her şekle girer. Hep başkasına hayat verir. Azından kana kana içer, çoğunda ise boğulursunuz.

Yunus Emre der hoca

Gerekse bin var hacca

Hepisinden iyice

Bir gönüle girmektir


(Bana Dinden Bahset, İnşa Yayınları, İst., 2010, s. 17-29)
12 TEMMUZ 2012 PERŞEMBE



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder