İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

25 Şubat 2016 Perşembe

DİNCİ TAHAKKÜME KARŞI ÇIKIŞIN PROTOTİPİ (İLK ÖRNEĞİ) OLARAK EBU ZER.


EBU ZER: ISSIZ ÇÖLDE YALNIZ MEZAR

"EBUZERLEŞMEYELİM İNŞALLAH"          


2/13

Y.N. Öztürk
Onlara, "İnsanların inandığı gibi siz de inanın" dendiğinde, "Yani biz de kafası çalışmayan zavallılar gibi inanalım mı?" derler. Haberiniz olsun ki, kafası çalışmayan düşük seviyeliler onların ta kendileridir; fakat bilmiyorlar.

M. Esed
Onlara: "Diğer insanların inandığı gibi inanın!" denildiğinde, "(Şu) dar kafalıların inandığı gibi mi?" diye cevap verirler. Gerçekte onlardır dar kafalılar, ama bunu bilmezler.

Dipnot: *2/13: "Müşrik kodamanlara 'diğer insanların inandığı gibi siz de inanın' dendiğinde onlar, 'Düşük seviyeli, beyinsizlerin inandığı gibi biz de mi inanalım?' demişlerdir."





Kur'an'ın getirdiği din, insanoğlunu iki tahakkümden kurtarmayı amaçlamaktadır:

1. Servet tahakkümü,
2. Saltanat tahakkümü.


Kur'an bu iki tahakkümü dışlayacak ilkeyi iki kelimeyle koymuştur: "el-mülkü lillah." Yani toprakta mülkiyet ve saltanat Allah'ındır.

Bu ilke, Kur'an'ın bildirdiğine göre, bütün peygamberli dinlerin esasıdır. Bu dinler adına gündem yapılan ne varsa, bu esasa yaradığı sürece makbuldür. Arap-Emevî dinciliği, bu esasa dayalı kaydırılmış bir 'sözde İslam' yarattı ve Müslümanların kaderini bu 'sözde İslam'a bağladı.

İslam mesajının esası, ezilenlerin ezenlere karşı korunmasıdır; ezmeyi dine dayandırmak için Allah ile aldatmak değil.

Bu gerçek, daha ilk günden anlaşıldığı için, Kur'an mesajına ilk karşı çıkanlar, Mekke oligarşisi yani Mekke'nin müşrik kodamanları oldu.

"Müşrik kodamanlara 'diğer insanların inandığı gibi siz de inanın' dendiğinde onlar, 'Düşük seviyeli, beyinsizlerin inandığı gibi biz de mi inanalım?' demişlerdir." (Bakara, 13)

Kur'an müşrik zihniyete karşı mücadelesinin esasını ve insanlık dünyasına gelişinin amacını ifadeye koyarken bir varlık yasası halinde şunu söylemektedir:

"Biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim. Ve yeryüzünde onlara imkân ve kudret verelim." (Kasas, 5-6)

Hz. Muhammed'in Kur'an mesajı etrafında, Mekke kodamanlarının aşağıladığı ezilip itilmiş mazlum insanlar toplandı. Bu çaresiz insanlar, Mekke oligarşisine vücut veren servet babası kodaman takımın karşısına dikiliyordu.
İslam mesajı başarılı olup Kur'an dini bütün Arap Yarımadası'na yayılınca, bu dine kılıçlarıyla ilk karşı çıkan Mekke oligarşisi de yeni dine katıldı. Ve doğal olarak, İslam'ın ilk bağlıları olan ezilmiş kitle ile İslam'a zaferi gerçekleştikten sonra girenler, daha doğrusu girdiğini söyleyenler birbirine zıt iki ayrı cephe oluşturdu.

Bu iki cephenin, ilk Müslümanlar olan ezilip horlananlar ekibinin başını Ali çekmekteydi. Ali, ilk günden itibaren ve bütün İslam tarihi boyunca, ezilip horlananların önderi, ilham kaynağı olarak benimsendi.

Bu ezilip horlananların tam karşısındaki eski aristokrat yeni 'sözde Müslüman' ekiplerin başını ise başlangıçta Ebu Süfyan, daha sonra da onun oğlu Muaviye çekti.

Bir de bu iki zıt kitle arasında 'orta kitle' vardı ve onu Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde bin el-Cerrah temsil ediyordu.
EBU ZER KİTABIMIZIN DEVRİM NİTELİĞİNDEKİ VURGUSU

Üçüncü halife Osman, Ebu Süfyan-Emevî ekibinin mümessili olarak rol aldı. Emevî ekibi, İslam'a ilk günlerinde savaş açmış olanlar ekibiydi. Manzaranın bugüne kadar sürüp gelen şekli, İslam'ı bir dinsel Arap ideolojisi olarak algılayan Arapçılar ve Arapçılıkla, İslam'ı bir evrensel hak ve insanlık dini olarak algılayan Antiarap unsurlar arası mücadele tablosudur.
Unutmayalım ki, bu tablonun bir yanı olan Ali-Ehlibeyt ekibi, İslam'ın ilk zamanındaki insanî ruhunu temsil edenler ekibidir. Bu ekibin öncü isimleri arasında, ilk on Müslüman içinde yer alan Ebu Zer, Ammâr bin Yâsir ve Selman Farisî de vardır. (Ayrıntılar için Kâmil Mustafa Şeybî'nin el-Fikru'ş-Şîî ve'n-Nezeâtu's-Sûfiyye adlı eseri okunmalıdır.)

Bin yılı aşkın bir zamanlık Müslüman tarih, Arap-Emevî idealini İslam perdesi altında sürdürenlerin galibiyet, egemenlik, tahakküm ve büyük ölçüde de zulümleriyle öne çıkan bir tarih oldu. Ne yazık ki, Müslüman Türk tarihi diye andığımız tarih de büyük kısmıyla bu tarihin bir uzantısıdır. Ve bu tarih, aynı karakterini büyük ölçüde bugün de sürdürmektedir. Bu sözde İslam'a karşı sosyal düzendeki yozlaşmayı hareket noktası yaparak mücadele verenlerin ilham kaynağı, prototipi, öncüsü Ebu Zer el-Gıfârî'dir.
Ebu Zer'in, Ali ve Ehlibeyt önderlerinde olduğu gibi siyasal bir talebi olmadığı için, bize göre, onun Emevîliğe karşı çıkışı Ali ve Şiasının karşı çıkışından çok daha önemlidir.

Yaşar Nuri Öztürk
25 Nisan 2013,


EBU ZER: ISSIZ ÇÖLDE YALNIZ MEZAR





R. İhsan Eliaçık


Hz. Peygamber’in, getirdiği din için “Garip geldi garip gidecek”, Ebuzer için de “Yalnız yaşayacak, yalnız ölecek, yalnız dirilecek” öngörüsünde bulunduğu malumdur.
Acaba bu öngörüyle dünya tarihinde ezilenlerin bir türlü kırılamayan makus talihine mi işaret ediliyor? Ya da insanlığı ayakta tutan esas muharrik gücün bu arayış ve mücadele ve olduğu mu anlatılmaya çalışılıyor?
Her ne şekilde olursa olsun, çölün ortasında yapayalnız ancak görkemli mezarında bir başına yatan Ebuzer, bu haliyle, kanımca İslam’ın gelmiş geçmiş bütün imparatorluklarından çok daha büyük mesajlar veriyor.
Öyle ki Ebuzer’in yalnızlığı bu dinin garip gelmiş garip gidecek olmasıyla da paralel bir tarihe sahiptir. Ebuzer tek başına kalmış, Ammar vurulmuş, Ali yenilmiştir. Bu yalnızlık, vurulmuşluk ve yenilmişlik sanki ezilenlerin (müstazafların) de dili olmuştur. Kermatiler de yenilmiş, Spartaküs de kaybetmişti…

Bu nedenle İslam’ı yenilenlerin, vurulanların ve mağlupların tarihi ile değil; yenenlerin, vuranların ve galiplerin tarihi ile okuyanlar bu dinin özünden ve mesajından hiçbir şey anlamayamazlar.

Çünkü görünüşte yenenler aslında yenilenler, galipler aslında mağluplardır.


***

Biliyorum, Ebuzer’den bahis açmak, İslam içinde, gayet rahatsız edici, iğneleyici ve çuvaldız gibi içe batan bir bahistir. Sadece bu bile ne kadar doğru yerde durduğumuzu göstermeye yeter.


Ebuzer’in tabiri caizse “kapak” yaptığı ayet şuydu:

Ey iman edenler! Hahamların ve rahiplerin birçoğu, insanların mallarını hem haksızlıkla yer, hem de Allah yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları acı bir azabın beklediğini haber ver. O gün biriktirip yığdıkları ateşte kızartılacak ve alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. ‘İşte bu bencilce biriktirip yığdıklarınız; haydi tadın bakalım’ denecek”  (Tövbe; 9/34).

Bu ayeti Ebuzer, diğerlerinden farklı olarak sadece “ahlaki öğüt” olarak değil; yaptırım gerektiren bir ayet olarak anlıyordu. Öyle ya içki ile ilgili de Kur’an’da üç ayet olmasına rağmen cezai yaptırım gelmemişti.

Burada soru şu: İçki niye sadece ahlaki öğüt olarak alınmadı da 80 sopa gibi ceza tayin edildi de, altın ve gümüş (mal, servet) biriktirmemek sadece ahlaki öğüt olarak alındı ve biriktirmenin/yığmanın alabildiğine önü açıldı? Üstelik ne zekat, ne sadaka, ne infak da buna mani olamadı? Karun gibi Müslüman zenginler türedi?

Ebuzer’in, Muhammed ümmetine, yalnız fakat görkemli mezarından hala çuvaldız gibi batan sorusu budur.

Ayeti çoğu ulema nedense hep ahlaki öğüt olarak anlamış ve Ebuzer’in tefsir ettiği gibi haram (yasak) kapsamında değerlendirmemiştir. Buradan günümüz için çıkan sonuç ise şudur: İslam, kapitalizme sadece ahlaki öğüt verebilir. Muhammed’in getirdiği dinden kapitalizmine alternatif çıkmaz, çıksa çıksa kapitalizmin biraz daha ahlaklısı çıkar. Bu da kapitalizmin insanlıkta açtığı yaraları sarmaya yetmez. Bu yara öyle derin bir yara ki zekatla, sadakayla sarılacak gibi değil…

Çağımız Müslüman aydınının kafa patlatması gereken en önemli sorununun bu olduğu kanaatindeyim. Ebuzer dilinin bu hususta ufuk açıcı olabileceğini düşünmekteyim.

Ancak bu yazıda amacım, İslam kapitalizm analizi yapmaktan ziyade, Ebuzer’den bahsetmek. Bu konuya başka yazılarda tekrar döneceğiz
…( Bu yazılardan "EBUZERLEŞMEYELİM İNŞALLAH" başlıklı olanı Aşağıya alıntılanmıştır.-MKA)


***


Eh artık “Ebuzer ayeti” diye de anabileceğimiz yukarıdaki “kapak” ayetin tefsiri kısaca şu olmak icap eder:

Yani:
Hahamlar ve rahipler din (en büyük kamu) üzerinden mal yığarlar. Üstelik hem yığarlar hem de Allah yolunda (kamu yararına, insanlık yararına) harcamazlar. Kendilerine yontarlar. Din namına toplanan paraları (altın, gümüş, mal, servet) ulaştırılması gereken yere ulaştırmazlar. Arada tefeci bezirgan sınıf oluşur ve kendi aralarında üleşirler. Bunların o günkü adı haham ve rahipti (din adamı, din simsarı, din baronu). Bugün ise benzer şekilde daha cafcaflı isimlerle anılırlar.

Bunlar insanları din ile aldatanlardır. Dini yalanlayanlar, dinin direğini yıkanlardır. Çünkü dinin direği doğruluk ve dürüstlüktür. Bunlar kimsesizi (yetim) görmeyerek, yoksulları ve ezilenleri (mesâkin) umursamayarak, gelen yardımları (maun) yerine ulaştırmayarak dine en büyük ihaneti yapmaktadırlar.

Bunların piri de Ebucehil’dir. Çünkü Ebucehil, Kabe’nin örtüsünü yıkamakla, hacılara su vermekle, Kabe’ye gelip üstelik putlar aracılığı ile “salat” etmekle dindar olduğunu sanıyordu. Halbuki yetimi görmüyor, yoksulu ve ezileni umursamıyordu. Birkaç şekli ritüeli (nüsuk) yerine getirmekle dinin bütün gereğini yaptığını sanıyordu.

İşte bu din anlayışı Maun suresinde Ebucehil’in suratına çarpıldı. Bu nedenle Maun suresi Ebucehil’in şahsında dini böyle algılayanları mahkum etmek için nazil oldu. Şöyle denmek istendi: Eğer bir din yetimi korumuyor, kimsesize sahip çıkmıyor, ezilenlerin sesi ve soluğu olmuyorsa yalandır, afyondur!

Bunlar olmadan kılınan namaz, tutulan oruç, gidilen hac, kesilen kurban, ihya edilen kandil geceleri, ziyaret edilen türbeler vs. Ebucehil’in hacılara su verip de yetimi ve yoksulu görmemesi gibi yalandır, afyondur!

Yine bunlar olmadan “Camiler ardına kadar açık, ezanlar okunuyor, hacca gidiliyor, oruca karışan mı var, minarelerde mahyalar, buhur kokulu geceler, fatihalar, yasinler…” edebiyatı yapılıyorsa Ebucehil’in Kabe’nin örtüsünü yıkayıp, kapısını temizleyip de yetimi ve yoksulu görmemesi gibi yalandır, afyondur!

Çünkü burada gerçek din ve samimi dindarlık yoktur. Riyaizm (gösteriş dindarlığı) vardır.

Vay onların salâtına! Yani: Hacılara su vermesine, Kabe’yi yıkaması yumasına, namaz kılmasına, oruç tutmasına, dana kesmesine, deri toplamasına, kandil gecesine, buhur kokusuna, Fatihasına, Yasinine, camiler ardına kadar açık demesine vs. vay!

Hem onların yığdıkları servetler ahirette cehennem azabı olarak karşılarına çıkacak. Fakat bu dünyada da ilahi adalet yakalarına yapışacak! O kamudan (din ve devletten) yığıp da kendilerine yonttukları paralar burunlarından fitil fitil getirilecek! Alınlarına hiç çıkmayan kara bir leke çalınacak, adaletin pençesi altında mahkum olacaklar (alınları dağlanacak). İçlerine oturacak, hiç dinmeyen bir huzursuzluk yaşayacaklar (böğürleri dağlanacak). Onları arkalarından hayırla anan çıkmayacak (sırtları dağlanacak)…

Bu, onların kendi elleriyle yaptıklarının dünyadaki karşılığıdır. Ahirette ise cehennem azabından kurtulamayacaklar.


“Ebuzer ayetini” Maun suresi ile birlikte tefsir ettiğimizde ortaya çıkan bundan başka bir şey olabilir mi?



***

Belki ilk defe duyup da “Kim bu yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız dirilecek olan adam?” veya “Kim bu Ebuzer” diyenler olabilir…

Kısaca ondan da bahsedelim:


Hz. Peygamberin saf nübüvvet vicdanı her tür kabile, ganimet ve iktidar dürtülerini değersiz hale getirmişti. O’nun getirdiği “değerler” ilk dönemlerde bir takım gençler ve zayıflar arasında yankı bulmuştu. Bunların en önemlileri Ali, Ebuzer, Ammar, Mikdad gibi gençlerdi.
Kökleşmiş Arap / Kureyş kültürü Hz. Peygamber’in başlattığı yenilikçi / devrimci çağrıya karşı direnmiş, ta Mekke’nin fethedilip affedilen “tulekası” oluncaya kadar bu tutumundan vazgeçmemişti. Hz. Peygamber’in sağlında eski konumlarını geri almak için hiç fırsat bulamamışlar, değerler devrimine teslim olmak zorunda kalmışlardı. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer döneminde mülkün (ülke ve devlet) eski sahipleri olmanın getirdiği avantajları kullanarak konumlarını “kısmen” geri aldılar. Bu hususta özellikle Hz. Ömer’i kendilerine “can sıkıcı” bir engel olarak gördüler. Hz. Osman döneminde “mülk” ün tekrar başına geçtiler. Muaviye döneminden itibarense artık “mülk” tekrar onlarındı...

Esmer, iri cüsseli, uzun boylu ve gür saçlı bir kimse olan Ebuzer Müslüman olduktan sonra adeta İslam’ın yürek temizliğinin sembolü haline geldi. O daima “değerlerin adamı” oldu. Devlet mantığını bir türlü kabullenemedi, sürekli devrim mantığıyla hareket etti.

Künyesiyle meşhur olduğundan adı adeta unutuldu. Bu sebeple adının Berir, Bureyr, Yezid, Yureyr, babasının adının da Abdullah veya Seken olduğu söylenir. Ebuzer, haram aylarda bile baskın yapmaktan, yağmacılıktan ve yol kesmekten çekinmeyen Gifar kabilesine mensuptu. Müslüman olmazdan önce de Ebuzer’in, kabilesinin “en gözde” yol kesicisi ve yağmacısı olduğu nakledilir. Ancak Gifar halkı gibi putlara tapmayan, onlardan nefret eden birisiydi. Kendi naklettiğine göre Ebuzer İslam’a girmeden üç yıl önce Allah’a ibadet etmeye başladı. Haniflerle yakın ilişkiler kurdu. Mekke’de Hz. Peygamber’in çağrısını duyunca yanına gitti. Kureyş’in estirdiği baskı ve korku havası içinde, o dönemde henüz çocuk yaşta olan Hz. Ali’nin yol göstermesiyle Hz. Peygamber’i buldu ve gecikmeden Müslüman oldu. Rivayetlere göre Hz. Peygamber Gifar kabilesinden Ebuzer gibi birisinin çıkmasına hayret etmiş ve Allah’ın dilediğine hidayet vereceğini söylemiştir.
Ebuzer Müslüman olur olmaz Kâbe’nin yanına giderek putlara meydan okudu, Müslüman olduğunu haykırarak ilan etti. Üzerine çullanan müşrikler Ebuzer’i ölesiye dövdüler. Araya Abbas bin Abdulmuttalib’in girmesiyle ölümden döndü. Ertesi gün aynı şeyi tekrar etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kabilesinin yanına gitmesini ve çağrılmadıkça gelmemesini söyledi. O da bunu aynen uyguladı. Yaptığı çalışmalarla Gifar’ın yarıya yakınının Müslüman olmasına vesile oldu. Bu dönemde bir milis güç oluşturarak Kureyş kervanlarına baskınlar düzenledi. Ele geçirdiği ganimetleri kelime-i şehadet getirenlere geri verdi, gerisini kabilesinin Müslüman olanları arasında dağıttı.

Ebuzer Uhud veya Hendek savaşından sonra Medine’ye hicret etti. Ashab-ı Suffe diye bilinen zayıf Müslümanlarla birlikte Mescid-i Nebi’de yatıp kalktı. Suffe ashabının akşam yemeklerinde sahabilerin evlerine dağıtılmaları esnasında O hep Hz. Peygamber’in evine misafir oldu.

Hz. Peygamber’in ölümünden sonra Ebuzer, hep Hz. Ali etrafında oluşan muhalefet bloğunda yer aldı. Hz. Ebubekir’e Hz. Ali’nin daha layık olduğu düşüncesinde olmakla beraber biat etti. Hz. Ömer’e de Ali yanlısı görüşleri değişmemekle birlikte biat etti. Hz. Ömer’in kurduğu ata sisteminde Bedir’e katılmamakla beraber, Bedri kabul edilerek maaş tahsis edildi. Muaviye ile birlikte Suriye, Hz. Ömer ile birlikte Kudüs (18/639), Amr b. As ile birlikte Mısır fetihlerine (20/641) katıldı.


Hz. Osman’a ilk biat edenler arasında yer almakla beraber onun yaşlılığı ve yumuşaklığı sebebiyle başarılı olamayacağı konusunda endişe duydu. Bu dönemde de fetih hareketlerinin içinde aktif olarak yer alan Ebuzer Muaviye’nin Suriye’deki yükselişiyle birlikte sesini yükseltmeye başladı. Genel olarak mülkün asıl sahibi olma iddiasıyla Hz. Osman devrinin ikinci yarısından itibaren başlayan Arap / Kureyş asabiyetine dayalı muhafazakar / devletçi politikayı eleştirmeye başladı. Devlet olmanın ve fetih hareketlerinin getirdiği zenginleşme karşısında Ebuzer “değerler” savunması yapmaya başladı.

Önce Suriye valisi Muaviye ile tersleştı. Muvayie’nin yanına giderekEğer bu yaptırdığın Beyaz Saray Allah’ın malındansa hainliktir, kendi malınsa savurganlıktır” dedi. Muaviye’ye Tevbe 34. ayetten kalkarak sarsıcı eleştiriler yöneltti; “Ey iman edenler! Haham ve papazların pek çoğu, insanların mallarını haksız yere yerler, Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlara acıklı bir azabı müjdele” ayetini okuyarak Muaviye’ye “Müslümanların haham ve papazı gibisin” demeye getirdi. Muaviye bu ayetin Ehl-i Kitap hakkında indiğini, kendisini bağlamayacağını söyleyince Ebuzer, ayetin her iki kesimi de muhatap aldığını söyledi.

Ebuzer’in eleştirileri halk arasında geniş yankı buldu. Bu dönemde merkeze karşı çevrede yaygın bir muhalefet hareketi oluşmaya başlamıştı. Muhalefetin temel argümanı “Arap / Kureyş / Emevi asabiyetinin giderek devleti ele geçirmesine” duyulan tepkiye dayanıyordu. Çevredeki yeni Müslüman olmuş mevaliler kendilerine ayrıcılıklı muamelede bulunulduğunu iddia ederek, mevali hakları, adalet, eşitlik sloganlarını bayraklaştırmaya başladılar. Kureyş’in tarihi rakipleri de bu gidişten iyiden iyiye rahatsız oldular.

Muaviye, Ebuzer’in eleştirilerinden iyiden iyiye rahatsız olmuştu ve Hz. Osman’a haber göndererek sesinin kesilmesini istedi. Hz. Osman, Ebuzer’i Medine’ye çağırdı. Halife’nin huzuruna çıkan Ebuzer, onu da kıyasıya eleştirmekten hiç çekinmedi: “Yakınlarını tayin ediyorsun, adam kayırıyorsun, Tuleka’ya yakınlık gösteriyorsun...”

Ebuzer’in eleştirileri görmezden gelindi ve Hz. Osman tarafından Rebeze denilen yere sürgün edildi. O’da buna uydu. İki yıl kadar süren bu “yalnız, sürgün ve marjinal” döneminde Ebuzer, sık sık Medine’ye gelerek Hz. Osmanla görüştü. Kendisine gelerek yönetime karşı ayaklanma başlatacaklarını, bu hareketin liderliğini üstlenmesini teklif eden muhaliflere pek yüz vermedi ve eleştirel / pasifist tutumunu sürdürdü.

Ebuzer 32/653 yılında Rebeze’de iken vefat ettı. Yanında hanımı, kızı ve bir hizmetçisi vardı. Öldüğünde üzerine sarılacak bir kefen dahi bulunamadı. Hanımı yola çıkarak oradan geçmekte olan bir kafileye şöyle seslendi: “Ey Allah’ın kulları, şurada bir adam öldü. Cenazesini kaldıracak kimse ve üzerine sarılacak kefeni yoktur. O, Allah’ın Resulü’nün sahabesi Ebuzer’dir. Allah aşkına yardım edin!”.

Kafile ile oradan geçmekte olan Abdullah bin Mes’ud idi. Kafiledeki bir gencin bezleriyle kefenlendi. Abdullah bin Mes’ud gözyaşları içinde Ebuzer’in cenaze namazını kıldırdı.

“Yalnız yaşayıp yalnız ölecek ve tek başına diriltilecek” diye hakkında ruvayet bulunan Ebuzer, çölün ortasındaki bu ıssız araziye tek başına gömüldü.

Issız çöldeki yalnız mezarında görkemli yatışı aslında ne kadar çok şey anlatıyor…
http://www.ihsaneliacik.com/2009/03/ebu-zer-issiz-colde-yalniz-mezar.html



"EBUZERLEŞMEYELİM İNŞALLAH"   

R. İhsan Eliaçık      

“İhtiyaçtan fazla mal haramdır, hırsıklıktır... Açlar, yoksullar dururken villalar alınıyor, ciplere biniliyor... Altın ve gümüş yoksullar üzerinde hegomanya kurmak için kullanılıyor... İnfak edilmiyor… Mülkte şirk koşuluyor... Bahçe sahipleri kıssası ölülerin ardından okunup duruyor… Kırkta bir diye bir şey tutturulmuş gidiyor… Komşusu açken tok yatmamak için zengin mahallelere taşınanlar var… Sokaktaki açtan, yoksuldan haberiniz var mı? Bu din yeryüzünün sokaklarında aç gezen 1 milyar insan için ne diyor hocam? Bu din fekku ragabe (kölelere özgürlük!) diyerek başlamadı mı hocam?...”

Çevresinde tefsir sohbetleri, fıkıh dersleri yapmasıyla ünlü hocaefendi, yanına gelen gencin bu türden heyacanlı konuşmaları karşısında once yutkundu, sonra ensesini kaşıdı, vereceği cevabı düşündükten sonra söyle dedi: “Tamam seni anlıyorum, gençsin heyecanlısın. Şimdi namaz vakti, namaza kalkalım inşallah…”

Namazdan sonra çıkarken kapıda gencin kulağına eğilerek kafa konforu rahat o esaslı nasihatini verdi: “Ebuzerleşmeyelim inşallah!”


***


“Ebuzerleşmeyelim…”

Bu söz uyuşmuş, asude “dindar zihnin” klasik repliğidir.

İslam tarihinin bütün imparatorluk fıkhını özetler.

Bu kafaya gore Ebuzer aşırılığın adıdır.

Bu tür refleksif tepkilerle dindar zihin kendi kendine kafa konforunu iade etmek ister.


***


Buna benzer bir kaç refleks daha var. Bizzat şahit olmuşumdur.

Kur’an’ın ilk 23 suresinden örnekler vererek anlatıyorum mesela.

Yanıma yaklaşıyor ve şöyle diyor: “Bunlar senin şahsi fikirlerin Kur’an öyle demiyor değil mi?


Ben de diyorum ki: “Öyle desem rahatlayacak mısın? İyi o zaman... he bunlar benim şahsi fikirlerim. Kur’an öyle demiyor. Alak suresi zenginlikle tuğyan arasında ilişki kurarak başlamıyor. Kalem suresinde ilk bahçe sahipleri kıssasını anlatmıyor. Mülk sahiplerini ısrarla eleştirmiyor... Bunlar tamamen ındi görüşlerim. Kur’an’ın ilk meselesi mülk değil; havadan sudan bahsediyor. Bahçe sahiplerini ölülerinizin arkasından okuyasınız veya geceleri uykudan önce iyi gelir diye anlatıyor. Bankadaki paracıklarına, yengenin kollarındaki altın ve bileziklere bir şey olmayacak, merak etme...” (!).

Böyle deyince “Oh be!” diyor ve gayet rahatlamış ve kafa konforu iade edilmiş bir halde gidiyor.

Veya aynı tornadan çıkmış gibi başka bir refleks; “Bunlar solculuk, İslam’da böyle şeyler yok. Sen solculardan etkilenmişsin...”

Ona da “Ya evet, 30 yıl önce Mamak’ta solcularla yatmıştım, oradan kalmış, Kurtulamadım gitti yani” diyorum.


Dindar zihin kendi Kitabı ile yüzyüze gelmekten kaçıyor!


Bunun için, zihni, refleksif olarak rahatlayacağı bir bahane arıyor. Kendisini rahatlatacak, gerçekle yüzleşmekten kurtaracak bir argüman buldu mu ona sarılıyor ve kafa konforunu bozacak ‘tehlikeli fikri’ dışına atıyor...

“Ebuzerleşmeyelim inşallah” bunun tipik örneği.

Ebuzerleşince ne olacaksa?

Aç ve açıkta kalacağını, elinde avucunda ne varsa infak edeceğini, Hind fakirleri gibi olacağını, çoluk çoçuğunun sersefil olacağını sanıyor.

Sanki biz bunu söylüyoruz.

Tam tersi Ebuzerleşmeyelim dediği şey bunlar olmasın diyedir. Ama kendi celladına gülümsersen böyle oluyor
.


***


1- “ (Ortalamasından) bir ev, bir binek (araba) saliha bir eş, yıllık 4 bin dirhem (aylık 3-5 bin TL) gelir. Ve bunları alabilecek, evirip çevirebilecek bir iş, ticaret, ortaklık vs.” her yetişkine farzdır. (Bunlar sahih rivayetlerden hesaplanarak çıkarılmıştır).

2- “ Bunlar temel ihtiyaçtır, mülkiyet değil. İhtiyaçtan fazlası mülkiyet olup kanımca Müslümana haramdır, hatta hırsızlıktır. Mülk Allah’ındır!”

3- “Bundan fazlasını biriktirmeyecek, infak edecek, paylaşacak, bölüşeceğiz. Bireysel kurtuluş ve köşe dönmeyi değil; toplumsal kurtuluş ve dayanışmayı esas alacağız. Badireleri ancak böyle aşabiliriz. Peygamberimiz böyle yaparak zulüm çemberinini kırmadı mı? ”

3- “Dinimizin atar damarı buradadır. Bunu yapmayan kendini baştan aşağı gözden geçirmelidir...”


İşte bu aktüelleştirerek çağa taşıdığımız söylemlere “Ebuzerleşme” diyorlar.

“Ne sırıtıyorsun, anlattığım senin hikayen” diyen Ebuzer söylemine “Ebuzerleşmeyelim” demek...

‘Hep kahır, hep kahırr...’
***

Hep kahır, hep kahırr’ dedirtecek başka bir örnek daha;

Yalova’da konferans vermiş İstanbul’a evine dönüyordu... Oturduğu koltukta cep telefonunu unuttuğunu otobüsten inince anladı. Telefonunu almak için bir hamleyle otobüse doğru koştu. Tam o esnada geriden gelen bir otobüsün çarpmasıyla otagarın yağmurdan ıslak parkeleri üzerine serileverdi...

Üzerine gazete kağıtları örttüler.

“Şurada bir adama otobüs çarptı, ölmüş galiba” sesleri duyuldu. “Profesörmüş, İbrahim Canan yazıyor” dediler...

Gazeteler “Profesör cep telefonu uğruna öldü” diye yazdığında o defnediliyordu.


***


Ah benim güzel hocam!

Böyle yalnız ve gariban ölümlere dayananam.

Nitekim haberi duyduğumda dayanamadım.

Otogarları bilirim, çok gelip giderim öyle.

Yalnız biner, yalnız inerim.

Yalnızlık bana hep ümmetin o görkemli yalnızını hatırlatır.

Issız çölde yalnız yatan Ebuzer...

Bu ismi duyunca elektrikleniyorum. İçimin derinlikleinden bir heyecan dalgası yükseliyor. Titriyorum ve haykırasım geliyor.


Ah benim güzel hocam!


Sen öyle yalnız ve gariban otogar köşelerinde ölmeyesin diye meydanlara atılan, sarayların duvarlarını inleten Ebuzer hakkında aşağıdaki sözleri söyleyen sen mi olmalıydın?

Beni tarifsiz elemlere garkettin. Kahrıma kahır kattın.

Senin ölümüne mi yanayım, İstanbullu Ebuzer’in Ğifarlı Ebuzer’ için söylediklerine mi yanayım, klasik ‘dindar zihnin’ aşağıdaki sözlerinde kendini ele veren hal-i pür melâline mi yanayım, neye yanayım...


Bakın otogar köşelerinde ölüp üzerine gazete kağıtları örtülen İstanbullu Ebuzer Canan hoca, Ğifarlı Ebuzer hakkında neler yazmış;


“Zamanımızda solcu fikirlere bulaşanlar, sermaye düşmanlığına Ebu Zerr’i örnek vererek İslam’ın da zenginlere, ferdi zenginliğe karşı olduğunu söylemektedirler. Burada hataya düşülmektedir. Evet, Ebu Zerr, ashabdandır, hemde büyüklerinden. Ve Rasulullah ashabının hepsinin doğru yolda olduklarını söylemiştir, bu da doğrudur. Ancak gözden kaçan bir husus var. Hz. Muaviye de ashabdan, Hz. Osman da, Ebu Hureyre r. da. Hz. Osman devrinde hayatta olan ve Ebu Zerr’e katılmayan büyük çoğunluk niye görmemezlikten geliniyor. İslam’ın bir başka dusturu da ihtilaflı hususlarda çoğunluğun iltizam edilmesidir. Ümmet-i Muhammed de sıratı mustakim olacak. Geniş cadde “Hz. Osman ve Hizbi”nin yoludur. Ebu Zerr Hazretleri’nin görüşü ferdi kalmaktadır. Cadde-yi Kübra olamamaktadır. Her isteyen o ferdi, o dar yolda gidebilir, kimse İslam adına o yolda gideni itham edemez, mani olamaz. Ama o yolu beğenip tercih edenler de öbür yolu, çoğunluğun yolunu itham edemez, buna hakları yoktur. Ve ümmet ferdi patikalara değil, büyük çoğunluğun cadde-i kübrasına sevkedilir. Dinimiz zekat, sadaka gibi emirler yerine getirildiği taktirde servete karşı değildir
…” (Prof. Dr. İbrahim Canan/Kütübü Sitte Muhtasarı c.3 s.540).


“Ashab arasında ihtilaflı meselelerde ümmete rehber olacak esas ekseriyetin görüşüdür. Ferdi anlayışlarda ısrar etmek, İslami espiriye uymaz. Ebu Zerr’in görüşüne saygı duyulur ama İslam budur denemez. Belki “ İslam'a aykırı değil, dileyen tatbik edebilir, onu tatbik etmeyen itham edilemez” denebilir. Zira ashab olsun, tabiîn olsun, zekatı vermek kaydıyla para biriktirmenin caiz olduğunda ittifak ederler. Ashabdan büyük zenginler bile çıkmıştır…”
(Prof. Dr. İbrahim Canan/Kütübü Sitte Muhtasarı c.7. s.337).


Ah benim güzel hocam, ah!

İşte bizim hâl-i pür melâlimiz bu.

“Aç sabahlayıp da kılıcını çekmeyene şaşarım” diyen Ebuzer, sen böyle olmayasın diye savaşmıştı. Şimdi o çölde yatıyor, bak onun yerine söylüyorum: “Otogar köşelerinde ölen yoksul bir ilahiyat profesörünün, zenginleri savunan birisi olduğuna şaşarım.”

Ne hazin bir durum!


***


İşte bunlar İslam’ın yaman çelişkisidir.

Yoksulların, ezilenlerin, açların, alınıp satılanların, kölelerin tarihteki son dinî çığlığı olarak, “fekku ragabe” (kölelere özgürlük!) diyerek doğmuş, ilk 23 surede mülk sahiplerini bombardımana tutarak başlamış, okurlarına ilk bahçe sahipleri kıssasını anlatarak başlamış, “Lehu’l-mülk” sesleriyle servet kalelerini, “Lailahe illallah’ nidalarıyla imparatorluk duvarlarını yıkmış bir dinin sonraki hocaefendileri, profesörleri, şehyleri, mollaları, tutar o yıkılan kalelerin ve duvarların savunucu ve hatta koruyucusu haline gelirler.

Kendisi de bir Ebuzer’dir ama Ebuzer’i açlıktan öldürenlere övgüler düzer.

‘Kendi celladına gülümser.’

Yaşadığı hayata bakmaz, ilhamını hayatın içinden almaz. ‘700 yıllık eserlerlerle averelik eder’. Sırf “Böyle gördük dedemizden” kör gelenekçiliği yüzünden Seyyid Kutup’un tabiri ile “haraketu’l-fıkıh” üretmez;varakatu’l-fıkıh”ı tekrar eder durur.


Oysa o varakatu’l-fıkıh (eski kitaplarda / sahifelerde yazılı fıkıh) Ömer’i vuranların, Ebuzer’i çöle gömenlerin, Ali’yi hançerleyenlerin, Hüseyin’i susuz bırakanların, Harre’de Medine’yi yağmalayarak 900 sahabe kadınına tecavüz edenlerin ve Kabe’yi mancınıkla ateşe verenlerin fıkhıdır.

O fıkıhtan bir şey çıkmaz. Zenginlerin, kodamanların, cariye ve köle sahibi olma peşine düşmüşlerin, “fekku ragabe”yi tersine çevirenlerin fıkhıdır.

O fıkıhtan bir şey çıkmaz. Sultanların, saray ahundlarının, harem ağalarının, zindandan İmam-ı Azam’ın kırbaçtan morarmış cesedini çıkaranların, hile-i şer’iyecilerin, kırkta bircilerin fıkhıdır.

O fıkıhtan bir şey çıkmaz. Çünkü maharref bir Ehl-i Kitap fıkhı haline gelmiş durumda. Defteri dürülmeli, tarihe intikal etmeli ve ‘Müslüman Ehl-i Kitap fıkhı’ muamelesine tabi tutulmalıdır.

Çağa “hareketu’l-fıkıh” lazımdır. Yani ilhamını doğrudan doğuya Kur’an’dan alan, sokağın tozuna toprağına bulanmış, hayatın atardamarlarından fışkırıp gelen, suyu ilk kaynağından içen; Peygamberin, Ömer’in, Ali’nin, Ebuzer’in düştüğü yerden kalkan, daima yoksulu, ezileni, mazlumu, dışlanmışı, yalnızı, garibi, azınlıkta kalanı koruyan ve kollayan yaşayan fıkıh...

Yaşayan Kur’an fıkhı bu olmak icap eder.


***


Yazılarındaki bu zenginlik antipatisi nedir böyle diyeceksiniz...
Okuduğum Kur’an’da zengini öven ve zenginliği teşvik eden bir tek ayet görmedim. Varsa bilen meydan okuyorum, göstersin. Övülen ve teşvik edilen sürekli olarak paylaşma, verme ve bölüşmedir.

İslam’ı yıkan üç şeyden (3m) ilki kesinlikle mülk meselesidir.

Hz. Peygamber ümmetin şirke düşeceğinden korkmamış ama mal mülk sevgisinden korkmuştur. Hasan-ı Basri bu ümetin putunun mal tutkusu olduğunu söylemiştir.

“Vermek için zengin olmalıyım” lafı içi boş bir avuntudur. Böyle olanlar nedense sonra hep “Ebuzerleşmeyelim” demeye başlıyorlar.

Kanımca kişinin kendisine “Ben zenginim” demesi bile Kur’an’ın hem lafzına hem ruhuna aykırıdır: “Siz yoksulsunuz, Allah’tır zengin olan.” (Muhammed; 47/38).

Allah’ın sürekli olarak ‘mülk O’nundur, zengin O’dur, aziz O’dur, büyük O’dur, kibriya O’dur’ vb. şekilde kendini yüceltmesi, tabiri caizse ‘kibirli’ konuşması, aslında, bizdeki kibri kırmak içindir. “Birbirinize tanrılar gibi davranmayın, oturun oturduğunuz yerde, ne olduğunuzu sanıyorsunuz siz? Sonunda ölünce üç gün sonra leşiniz kokacak, dâhi sandığınız o beyninizi mezarda kurtlar böcekler yiyecek...” dedirtmek içindir...


Bu halk bunları öğrenmeli. Hocalar, şeyhler, mollalar uyanmalı. Otogarlarda ölüp giden yoksul profösörler, ölmeden önce geçmişe eleştirel bakmalı, yaşayan fıkıh üretmeli. İslam kalkarsa buradan ayaga kalkacak...

Aksi halde ‘Ebuzerleşmeleyim inşallah’ sözü ile daha çok uyutulacağız...

http://www.ihsaneliacik.com/2009/10/insallah.html

DİP NOT:




veya





M. Kemal Adal
25. Şubat. 2016 / İZMİR


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder